Ve dördüncü olarak, “Gerçek nedir?” diye soruyorsun
Ve dördüncü olarak, “Gerçek nedir?” diye soruyorsun.
Gerçek, farkındalık olmadan görülen, körlükle görülen, kapalı gözlerle görülen; kavrayışsız bir şekilde, meditatif bir hal içinde değilken görülen hakikattir. O zaman hakikat, gerçek olur.
Örneğin, bir buddha’yla karşılaşırsın. Eğer ona bilinçsiz bir şekilde bakarsan sadece bir gerçek, tarihsel bir gerçektir; belli bir günde doğmuştur ve belli bir günde ölecektir. Gözlerinle görebildiğin bedendir; belli bir insan, bir kişiliktir. Tarih onu kayda geçebilir, sen onun bir resmine sahip olabilirsin.
Fakat eğer bilinçsizce değil, büyük bilinçle, farkındalıkla, büyük ışıkla, sessizlikle bakarsan, o zaman gerçek artık yoktur, hakikat vardır. O zaman Buddha belli bir günde doğmuş biri değil, asla doğmamış ve asla ölmeyecek biridir. O zaman Buddha beden değildir, beden yalnızca bir meskendir. O zaman Buddha, sana görünen sınırlı varlık değildir; bütünü, tamlığı temsil eder. O zaman Buddha sonsuzun bir ışını, öte dünyanın yeryüzüne bir armağanıdır. O zaman birden gerçek kaybolur; artık hakikat vardır.
Fakat tarih hakikati kaydedemez; tarih gerçeklerden oluşur. Hindistan’da iki farklı sisteme sahibiz. Birine tarih deriz; tarih gerçekleri kaydeder. Diğerine de purana, mitoloji deriz; hakikati kaydeder. Buddha, Mahavira veya Krishna hakkında tarihçeler yazmadık, hayır. Bu, çok güzel bir şeyi insanlığın çamurlu bilinçaltına sürüklemek olurdu. Bu insanlar hakkında tarihler yazmadık, efsaneler yazdık. Efsane nedir? Efsane, hikâyedir; Ay’ı işaret eden ama ay hakkında hiçbir şey anlatmayan bir hikâyedir: Ay’ı gösteren, hiçbir şey söylemeyen bir parmak, bir işaret, bir ok.
Bir Cayna tapınağına gittiğinde, şaşıracaksın. Yirmi dört aydınlanmış ustanın, yirmi dört tirthankara’nın yirmi dört heykelini bulacaksın. Ve en çarpıcı nokta, hepsinin tamamen birbirine benzemesi olacak. Bu imkânsız; dünyada birbirinin kesinlikle aynısı iki kişi daha yoktur, ikizler bile tamamen benzemez. Öyleyse, bu yirmi dört tirthankara’nın birbirinin tamamen aynı olması nasıl mümkündü? Zaman dilimi genişti: binlerce yıl.
Bu tarih değildir. Bu heykeller gerçek insanları tasvir etmiyor, hayır, hiçbir şekilde. Resimsel anlatımlar değiller. O zaman ne oluyorlar? İçsel bir şeyi temsil ediyorlar, meditatif olmakla ilgili bir şeyi temsil ediyorlar, içsel sakinlikle ilgili bir şeyi temsil ediyorlar. O yirmi dört heykel görünmeyen bir şeyin tasvirleri, görünen tasvirleri sadece.
Bu heykellerin karşısında otururken, eğer sessizce izlemeye devam edersen, şaşıracaksın. İçinde bir şey olmaya başlar. Heykel objektif bir sanat biçimidir; senin varlığının içsel formuyla uyumludur. Heykelin duruşu, senin duruşunla uyumludur. Aynı duruşta oturduğunda -sırtın dik, gözlerin ayrı açık, içte ve dışta sen de mermerden bir heykelmişsin gibi hiçbir şey yapmadan tam burnunun ucuna bakarak- o zaman alelade heykellere bakmadığını, muhteşem sembollerle karşı karşıya olduğunu anlayacaksın. Bu mitolojidir.
Mitoloji şiirsel olmaya mecburdur ama ancak şiir bilinmeyene dair birkaç görüntü verebilir.
Buddha’nın yürüdüğü yerlerde ağaçların mevsimsiz çiçek açtığı söylenir. Şimdi, bu şiirdir, saf şiir; bu gerçekten olmadı. Fakat bu bir şeyi gösterir; bunu söylemenin başka bir yolu yoktur. Buddha’yla ilişki kurulduğunda, ağaçların bile mevsimsiz çiçek açtığını anlatıyor; öyleyse kim bilir insana ne oluyor.
Muhammed kızgın çöl güneşinin altında ilerlerken ve her tarafta yangın varken, küçük ve beyaz bir bulutun şemsiye gibi ona gölge vermek için başının üzerinde ilerlediği söylenir. Bu şiirdir, güzel ama tarihsel bir gerçek değildir. Muhammed gibi bir insan varoluş tarafından korunur; Muhammed gibi bir insan varoluş tarafından her yoldan gözetilir. Tamamen güvenmiş birini, varoluş nasıl gözetmesin. Bunu söylerken, gittiği her yerde başının üzerinde asılı duran şu bulut metaforu var.
İsa çarmıhta ölür ve üç gün sonra dirilir. Bu şiirdir, tarih değil. Bu olgu değil, hakikattir. Bu olay sadece tanrısallıkla ve tanrısallık uğruna ölenlerin ölümsüz yaşama kavuştuklarını anlatıyor. En yüksek için ölmeye hazır olanlar, başka bir varlık düzleminde diriltilir; fiziksel bedeni kaybederler ama gökyüzünün parçası olurlar; zamanda kaybolurlar ama sonsuzlukta görünürler.
Fakat bütün dinler bunların gerçekler olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Bunların gerçekler olduğunu kanıtlamaya çalışırken, tek yaptıkları aptal olduklarını kanıtlamaktır. Bunlar gerçek değildir, bunlar sembolik hakikatlerdir.
Etrafında gördüğün her şey bir gerçektir. Bir ağaç, özsuyu ve çiçekle dolu yeşil bir ağaç; bir gerçektir. Fakat eğer meditasyon yapar ve bir gün gözlerini açarsan, gerçeğe açarsan, artık sadece bir ağaç yoktur -yeşili, içindeki tanrı yeşilinden başak bir şey değildir ve içinde dolaşan özsuyu artık fiziksel bir olay değil ruhani bir şeydir-; eğer bir gün ağacın varlığını, ağaçtaki tanrıyı, ağacın yalnızca ilahinin bir tezahürü olduğunu görebilirsen, hakikati görmüşsündür.
Hakikat, meditatif gözler gerektirir. Meditatif gözlere sahip değilsen, hayatın tamamı sadece birbiriyle ilişkisiz, anlamsız, rastlantısal, sıkıcı ölü gerçeklerden ibarettir; bir dağınıklıktır, bir şans olayıdır. Hakikati görürsen, her şey yerine oturur, her şey birbiriyle uyumlu hale gelir, her şey anlam ifade etmeye başlar.
Anlamın hakikatin gölgesi olduğunu aklından çıkarma. Sadece gerçeklerle yaşayanlar tümüyle anlamsız bir hayat sürer…”
Alıntı : Osho, Masumiyet, Bilgi ve Merak -Çocukken hissettiğin merak duygusuna ne oldu?