Üzüm
Ali Paşa’nın konağının önünden geçerken aklım hep üzüm kurularında olurdu. Eski, yanlardan tahtaları kabarmış, yüksek bir ahşap konaktı burası. Ali Paşa isimli bir zat yüz senelik ömrünün tamamını burada geçirmiş, yalnız doğmuş ve yalnız ölmüştü. Bu hikayenin bazı olağandışı tarafları olduğunu tüm semt olarak kabul etmiş ve sorgulamamaya yazısız bir yeminde bulunmuş gibiydik. Ali Paşa annesiz doğmuş, kendi sütünü kendi sağıp içmiş, kendi kendine büyümüş diye anlatılırdı. Yaşı birken beş, beşken on beş gösterirmiş ve çok heybetli bir adammış. Tenini güneş yakmamış çünkü hiç güneş görmemiş. Gece ay ışığında dışarı çıkar, cinlerle top oynar, onları yener ve evine gidermiş. Hiç karısı olmamış ama bir sürü çocuğu olduğu söylenir. Çünkü terzi Hasan’ın küçük oğlu Necmi bu konağın önünden geçerken bir sürü çocuk kıkırtısı duymuş, merakla dikenli tellerle kaplı duvarların arasından görmek için bir delik aramış fakat bulduğu delikten sadece kendi kirpik uçlarını görebilmiş. Ama ona inanmamız için yemin etti hem de dört kitap yemini (Böyle bir yemin ediyorsa inanmak zorundasındır). Paşa öleli uzun zaman oldu ve konağa gelen giden hiç olmadı. Büyük bir bahçesi, hem enine hem boyuna uzayan üzüm asmaları vardı. Suyu nereden buluyorlardı bilmiyorum ama kocaman üzümleri dallarında yaz boyu durur, mevsim değişimi sırasında da kurumaya başlardı. Dallarında duran, buğulu, kocaman üzümlerin zamanla küçülmesi, büzüşmesi ve en sonunda kuruyup sapsarı olmasını sezonluk sinema gibi izlerdik. Bu nedenle ne zaman Ali Paşa’nın konağının önünden geçsem aklıma hep üzüm kuruları takılır ve insanı düşünmeye başlardım. Ah, yüzümüzün güzelliklerini, yanaklarımızın kırmızılıklarını, gençliğimizi düşünürüm ve korkarım. Bu üzüm tanelerinden ne farkımız var. Bu dünya da Ali Paşa’nın konağı gibi Yüce Tanrının konağı, bizler de buğulu koca üzümler gibi zamanla kuruyan Tanrı insanlarıyız.
Derin düşünceler ile sahile vardığımda kimsecikler yoktu. Burayı böyle sakin görmek beni hep mutlu ederdi. Denizin, kıyısının, çimlerin ve hatta bankların biraz huzur bulduğuna inanırdım. Sürekli gözetlenmek elbette hoşuma gitmezdi. Bu nedenle benden deniz olmazdı. Ben de sakince köşede durdum ve ne denizi ne kıyıyı rahatsız etmedim hatta banka da oturmadım. Olduğum yerin sahibi değil, misafiri gibi davranmak her zaman üzerime daha az yük bırakırdı. Bu nedenle şu an burada bir bankı sahiplenmek yerine kaldırıma misafir olmak daha iyi bir tercihti.
Burada beklemeye başladım. Koluma bir sinek kondu. Yavaşça kolumu göz hizama getirip izlemeye başladım. Bir süre hareketsiz bekledikten sonra uzun, ince bacaklarını ya da ellerini tam bilemiyorum çünkü sinekler hakkında pek bilgim yoktur, ovuşturmaya başladı. Avını öldürmek için mızrağının ucunu sivrileştiren ilkel insanlar gibi davranan sineğin ince ısırık acısını hissedince, refleks olarak savuşturdum kolumu. Tekrar göz hizama getirdiğim kolumun üzerinde kırmızı bir iz vardı. Kaşınıyor ve yavaş yavaş kabarıyordu. Şu an içimdeki öfkem gibi. Neden beni ısırmasına izin verdiğimi anlayamıyordum. Aslında ben çoğu zamanlar kendimi anlayamıyordum.

Acım hafif hafif dinmeye başlarken güneşte iyice kendini göstermişti. Bu dünya sisteminin aktivasyon işareti gibi bir anlama geliyordu. Yarım yamalak uykular, terkedilen yataklar, kucaklar, çıkılan yollar ve varılan iş yerleri. İnsanlar çoktu ve bu çoklukta insan olmayı unutan bir ben vardım. Ne gideceğim bir işim ne de uyuyacağım bir kucağım vardı. Sistem dışıydım ve bu nedenle zararsız faydasızlardandım. Kimsenin sevdiceği olmadığım gibi kimsenin rakibi de değildim. Ne de olsa hayat bu iki seçenekten ibaretti. Anne evladını sever, kardeş evladın rakibidir. Kadın adamı sever, diğer tüm kadınlar rakibidir. Bir işin varsa arkadaşların rakibindir. Senin işin var, onların yoksa onlar için rakipsindir. Senin işin yok, onların varsa seni severler çünkü rakip değilsindir. Karmaşa ve kaos işte böyle ortaya çıkmakta benim hayatımda. Seçenekler ve değerlendirmelerle sabahları akşam, akşamları yol, yolları sahil, kendimi misafir yapıyordum. Beklemelerimin çoğunluğu bu şekilde tamamlanıyordu.
Beklerken etrafımda olup bitenleri izlemek beni yoruyordu. Sigara izmaritlerini süpüren çöpçü, tablasını düzenleyen simitçi, ekmeğinin peşinde martılar.. Gözlerimi olabildiğince kaçırıyordum çünkü onlara bakmak, hayatlarını düşünmek, doğumlarını düşünmek beni hayli yoruyordu. Bazı geceler -çarşamba geceleri- tatil günüm olduğu için buraya gelmem ve evimde uyurdum. Rüyalarımın beni yorduğuna inanıyorum çünkü uyuyan bir insan bu denli halsiz çıkamaz yataktan. Oysa gece yatarken dişlerimi bile fırçaladığım geceler oluyor. Nasıl olurda tüm enerjim az önce kolumdaki sineğin kanımı sömürdüğü gibi sömürülüyor anlamıyorum. Bu nedenle uyumayı pek sevmiyorum. Mesela uyumuş olsaydım böyle dimdik saatlerce burada bekleyemezdim bugün. Bunları düşünmekte yordu.
Hayatta yorulmadan yaptığım tek eylem seni beklemek. Eski fırının önünden geçerken elimi tuttuğundan ve bayramın ikinci günü değirmende hem de abinin yanında, gizliden beni öptüğünden beri tek işim seni sevmek oldu. Sevmek biraz yoruyor ama beklemek değil. Bir gün sevmeyi bırakabilirim ama seni beklemeyi asla bırakmayacağım. Biliyorum ki sen sözünde durursun. Erik ağacına çıkacağım dediğinde sözünde durup çıkmıştın. Hala aklıma geldikçe utanırım sana inanmayışımdan. Sizin Ali Paşa’nın konağının iki ev yanında bulunan, balkonlu, bir oda evinizden ayrıldığınız gün yani çarşamba günü giydiğin kırmızı elbiseni, çorabını, saçlarını hatta senin olmayan külüstür arabanızı bile aklımın sandığından her gece çıkarır, düşünür geri koyarım. Yüzünü unutmamak için. Sen “bugün olmaz ama geleceğim, sahilde martılara simit atacağız” dediğinden beri çarşambaları tatil yapıp her gün burada bekliyorum. İşim bu. Pek acıkmıyorum ve pek güzel giyinmiyorum ama bekliyorum. Biliyorum geleceksin, sen sözünde durursun. Bugün gelmedin, on altı sene gibi bugün de yoktun. Ama geleceksin. Biz üzüm değiliz.