Thomas More ve Utopia
“Yaşarken de ölürken de neşeli Sir Thomas More…”
Kimi yazarlar vardır hani sanki sofralarında oturmuş, sohbetlerini dinlemiş, dostluklarından yararlanmış gibi garip bir şekilde içli dışlı olduğumuz… işte, beş yüz yıl önce yaşamış Thomas More’da bunlardan bir tanesidir bana göre.
1478 doğumlu yazar, çağının bilge kişilerinden biri olarak bilinirmiş. Doğruluğundan dolayı dönemin kralları onu saraya almak isterlermiş ki sonucunda “Lord Chancellor”lığa kadar yükselmiş. Bu rütbe şimdi başbakanlığa denktir. Ne yazık ki yine bu doğruluğu onu ölüme götürmüş.
Bir Katolik olan Thomas More, Kral Sekizinci Henry’nin kendini kilisenin başı saymak için çıkardığı özel yasayı kabul etmediğinden dolayı önce Londra Kulesi’ne kapatılmış, daha sonra da başı kesilerek idam edilmiş. Ölümüyle alay edebilen nadir kişilerden sanırım.
Biz, bir Katolik olduğundan dolayı bu yasayı kabul etmediğini düşünürüz fakat More, şu sözüyle:
“İnsan, ölümü bile göze alarak, her çeşit zorbalığa karşı vicdanının özgürlüğünü korumak zorundadır” belki de Katolikliğinden çok bu düşüncesinden dolayı ölüme gitmiş olduğunu bize anlatır.
Thomas More, on altıncı yüzyılın başlarında Latince, Avrupa’nın bütün okumuş insanlarının dili olduğu için kitabını kendi anadiliyle değil de Latince olarak yazmıştır. Önce ikinci bölümü daha sonra birinci bölümü yazmıştır. Hayalindeki kusursuz düzeni anlatmış, “bir şu Ütopyalıların bir de bizim halimize bakın” dercesine seslenmiştir. Yalnız İngiltere’de ölümünün on altıncı yılından önce orijinal metni dahi yayınlanmamıştır.
‘Ütopia’ sözcüğü ‘hiçbir yer’ manasına gelir. Eseri ileride kendisini ölüme götürecek olan kralın adıyla başlar: “Eşine az rastlanır üstün zekasıyla tanınmış, yenilmez İngiltere Kralı Sekizinci Henry…” ile Kastilya prensinin arası açılınca aralarını düzeltmek için görevlendirilir ve orada Peter Giles ile dostluk kurar. Yanında yaşlı bir yabancı görür. Gemici olduğu anlaşılan bu yabancı; Raphael Hythloday’dir. Sohbet etmeye başlarlar ve Raphael, More’a tüm dünyayı gezdiği halde, ancak Ütopia adasında gerçekten kusursuz bir devlet gördüğünü anlatmaya başlar.
Raphael, More’un sözcüsüdür adeta bu kitapta. Sanki kendisi dış ses yani diğer herkesin söylediklerini canlandırıyor, Raphael ise kendi düşüncelerini canlandırıyormuş gibi…
Biraz da Ütopia’nın nasıl bir ada olduğundan bahsedecek olursak; öyle bir ülke düşünelim ki, bahçeler ve evler arasında duvarlar bulunmaz hatta kapıların kilitleri de yoktur. Hiç kimsenin özel eşyası olmadığı, ne varsa herkesin malı olduğu için canı isteyen başkasının evine ve bahçesine girebilir. Oturdukları evlerin yanlarında ortaklaşa kullanıp toplandıkları, birlikte yemek yedikleri bir ev daha vardır her sokakta. Evlerinde mutfak işleriyle uğraşmayı saçma bulurlar, nöbetleşe yemekleri yaptıkları bu büyük evlerde birlikte yerler. Kızların hizmet ettiği gibi erkekler de hizmet eder. Ekonomik eşitlik olduğu için herkes bir örnek giyinir. Altın gibi değerli taş ve madenlere önem vermez hatta suçluların boyunlarına takarlar. Yasa sayısı çok azdır çünkü her insan kusursuz bir şekilde eğitilmiştir. Ölüm cezası yok denilecek kadar azdır. Köle durumuna düşüp özgürlükten yoksun kalmak bir suçlu için ölümden beterdir onların düşüncelerine göre.
Sağlık durumu izin verdiği sürece kadın erkek her yetişkin Ütopialı çalışmak zorundadır. Üç saati sabah, üç saati öğleden sonra olmak üzere günde yalnız altı saat çalışırlar. İşçi- aydın ayrımının sınıfsal bir kökeni yoktur ve aydınlar kapalı bir sınıf olmadıklarından herkese aydın olma fırsatı verilmektedir. Gereksiz tüketim malları yapmaktan kaçınıp, çalışma saatlerini ellerinden geldiğince kısıtlarlar ki bilgilerini arttırmaya, okuyup yazmaya bol bol vakitleri olsun. Gerçek mutluluk, bilim ve sanatla zenginleşen insan düşüncesinin özgürce gelişmesinden başka bir şey değildir onlara göre. Savaşı sevmezler hep barıştan yanadırlar. Daha bunun gibi birçok şeyden bahseder yazar Ütopia’sında. Ve şu sözüyle de bitirir:
“Şunu da saklamayacağım ki Ütopia devletinin birçok özelliklerini bizim kentlerimizde görmeyi isterdim. Bir umuttan çok, bir dilektir bu.”
Hıristiyanların ayrı mezheplere bölünmesini göze alamayan More’un ortaçağa kopmaz bağlarla bağlı olduğu söylenmiştir. Fakat bu inancı Ütopia’sında değil kendi özel yaşantısında görülmekteymiş. Bu konuda Mina URGAN şöyle demiştir;
“Ütopia’da ortaçağın hiçbir izi bulunmaz ve Rönesans’ın tüm özellikleri görülür: Ortaçağ Hristiyanları, insanların doğuştan günahkar olduklarına inanırken, Ütopia’da insanların iyi olarak yaratıldıkları, doğru dürüst bir toplumsal düzende kusursuzluğa erişebilecekleri kanısı savunulur. Ortaçağ, şövalyelik ruhunu ve savaşkanlığı överken, Ütopia’da her çeşit savaş, ancak kiralık askerlere yaptırılabilecek iğrenç bir uğraş olarak yerin dibine batırılır. Ortaçağ ruhu yüceltmek amacıyla, tüm kötü isteklerin kaynağı bildiği bedeni ezmek isterken, Ütopia’da bedene ve bedenin hazlarına ayrıca önem verilir. Ortaçağ insanları gerçek mutluluğu ancak ölümden sonra öteki dünyada ararken, Ütopia’da insanların bu dünyada, yeryüzünde nasıl mutlu olabilecekleri anlatılır. Ortaçağ dinsel bağnazlığın karanlığı içinde bocalarken, Ütopia düşünce özgürlüğünden yanadır ve tüm dinlere tam bir hoşgörü gösterir. İşte bu yüzden, dinsel reforma karşı çıktığı halde, Thomas More’u Rönesans’ın bir öncüsü, vaktinden önce yaşamış bir Elizabeth çağı adamı ve sözcüğün her iki anlamıyla tam bir hümanist sayarız.”
Son olarak şunu söylemek istiyorum ki klasik seven sevmeyen her okurun mutlaka bu eseri okumasını öneririm. Geçmişten, bugünden ve gelecekten bir yaşanmışlık bir iz herkes bulacaktır. Platon’un Devlet’inden sonra tüm ütopik eserlere gerçekten kaynaklık edebilecek değerde bir eser olmuştur. Özellikle günümüz ütopya ve distopyalarıyla karşılaştıracak olursak ne kadar sağlam bir temel ile oluşturulduğunu görebiliriz.
Keyifli Okumalar…
Utopia
Thomas More
İş Bankası Yayınları
Türkçesi: Selahattin Eyüboğlu – Vedat Günyol