Söz Kırıntısı
Donuk bir yaşam, ve süprüntüsüz insan tozları arasında kalmışlığın verdiği ızdırapla sordum sorumu karşımda duran hayale.
‘Ben kimdim?’
Bir Nadya değildim hayal ile gerçek arasında kalıp hangisinin ‘gerçek’ olduğunu veya olmasını istediğimi sorgulayacak. Ama yine bir gün karşıma kendimi alıp konuşma hissi vuku buldu içimde. Kimdim?, neydim?, hangi kutsal amacın bir parçasıydım?, ne için yaşıyordum?, neden yaşıyordum?, ya da tüm bu kargaşa nedendi?
Anlamını kavrayamadığım bir dünyanın içine düşmüştüm ve yaşıyordum. Daha doğrusu her gün yaptığımız alışılagelen şeyleri tekrar etmeye yaşamak diyorlardı. Ama nasılını sorgulamıyorduk. İnsan üreten bir makineden çıkmışcasına doğar doğmaz mühürlüyorlardı bizi. Adımız konulmadan kulağa okunan ezanlar, vaftizler, adanan kurbanlar, sürülen kanlarla yerimizi belirliyorlardı ilk önce. Tek başına Ali, Mehmet ya da Fatma olamazdık. İzin vermezdi buna her köşe başında bekleyen Gulyabaniler. Ya Müslüman olmalıydın ya Hristiyan ya Hindu ya Taoist. Kendimizi bilemeden kendimize yabancı yaşamaya başladık sonra. Ve her şeyi açıkladılar, tüm kendilerinden olmayan öğretileri kendilerininmiş gibi dayatarak.
Ama şimdi anlıyorum neden hep beraber bir öğreti uğruna yaşadıklarını. Yaşamın dayanılmaz ağırlığı altında ezilmekten korkuyorlardı ve bu ağırlığı hep beraber yüklenmişlerdi. Hep beraber yaşıyor ama bireysel ölüyorlardı. Ve kimse de sormuyordu ölen kişiye ne hayali vardı diye? Çünkü hayal de özneldi ve özsel hiçbir şeye yer yoktu bu gulyabani şehrinde. Hayal kuracaksan dahi toplum denilen hastalığın yayılımına göre kurmalıydın.
Sakince ve usulca bir piramit inşa ediyorlar yüzyıllardır. Özenle getirdikleri taşları itina ile koyuyorlar o piramide ve sonra bilindik son! Ya tapıyorlar ya da şeytan icadı bu deyip yerle bir ediyorlar. Tıpkı biz doğanlara yaptıkları gibi.
Ne çok isterdim oysa, sırtlarında iki keşiş bir ölü eşek taşımalarını. Bir şey olsa bir gün ve uyandığımızda sırtımıza yüklenmiş olsa tüm inançlarımız, düşüncelerimiz ve günahlarımız. Ayan beyan görebilsek kimin ardında ne sakladığını ve bilincin en kıvrak yerlerinde neler gizlediğini. Bakabilir miydik yüzümüze veya yürüyebilir miydik bu şekilde özgürce? Ama böyle yaşıyoruz. Sırtımıza yüklenen binlerce dayatma, inanç, gelenek ve göreneklerle yaşıyoruz. Adım atmaya halimiz yokken tüm bunlarla koşmaya çalışıyoruz. Yere düşenlerimize dahi bakamıyor bize gösterilen final çizgisine ulaşmaya çalışıyoruz. Belki bir yüklense sırtımıza tüm bu zihnimize boca edilen düşünceler belki tek tek bırakacağız ağırlığımızı ve gerçekten ‘özgür’ olacağız bu sefer ve kanat çırpacağız mavi sulara.
Yine aynı soruyu soruyorum karşımda duran hayalime;
‘Ben kimim’
Adımın, yaşantımın, inancımın, hayallerimin, sevdiklerimin diğerleri tarafından belirlenip yaşatılmaya çalışılan bu ‘tuba’ mı ben. Yoksa zihnimde dönüp duran ve kendini bir türlü varlık alemine koyamayıp ızdırap duyan sen mi ‘ben’?
Gerçek ben kim?
Ses vermiyor, sessiz kalıyor. Belki de çoktan susturduğum sesini dinleyemiyordum. Kendime dahi yabancı kaldığım bu yerde tüm sesleri susturmanın verdiği ağırlıkla cama çıktım.
Yükseklik…
Hafiflik…
Ve düşüş.
Duyuyorum, dalga sesi ve sessiz bir şarkı mırıltısı.