Sırf bir ‘’Otomatik Portakal’’ gibi mi olayım yani?

Anthony Burgess’ın usta kaleminden, Stanley Kubrick’in beyaz perdeye dahice uyarladığı: Otomatik Portakal. Tekrar tekrar okumak ve izlemek isteyeceğimiz, her seferinde bir öncekinden farklı bir detayı keşfedeceğimiz iki kült. Aslı olan romana dair alıntılarla birkaç kelam ederken filmine de değinmeden geçmeyeceğim. Fakat zannediyorum ki bu yazı, Otomatik Portakal’ı okumuş ve üzerinde düşünsel birtakım faaliyetlerde bulunmuş okuyucularımız için çok daha keyifli ve verimli olacak.

‘’Çivisi çıkmış’’ diyebileceğimiz, kaosun hâkim olduğu, insanların kendilerini artık güvende hissetmediği post-endüstriyel bir toplum. Birkaç kişilik grupların çete halinde sokaklarda kol gezdiği bu ortamda, bir çete mensubu ve lideri olan Alex, anlatıcımız olarak bizi bu distopyanın içerisine davet ediyor. Kubrick, filme, kitapta bahsi geçen Süt Barı ile başlar. Burada yansıtılan kaos, aslında yazarın yansıtmak istediği kaotik toplumun güzel bir tercümesidir. İlk kez bu mekânda gördüğümüz Alex ve çete üyeleri, tamamıyla aynı kostümler içerisindeyken, şapkaları kişiliklerinin birer ipucu olarak birbirinden farklıdır. Süt Barı’nda uyuşturucu ile başlayan ve hırsızlık, adam tartaklama, tecavüz gibi eylemlerle devam eden sıradan gecelerden birinde Alex, işlediği cinayet sonrası kankalarının ihbarı ile kendisini aynasızların kucağında bulur. Girdiği hapishanede, kendisini özgürlüğe ulaştıracak bir yol ararken, devletin henüz deneysel aşamada olan suçlu ıslah tekniği olan ‘’Ludovico Tekniği’’nin gönüllü ilk deneği olacaktır.

Bu deney, hepimizin bildiği Pavlov’un koşullandırma deneyinin bir benzeridir. Gerçekçi şiddet filmleri, Alex’i buna zorlayarak ardı ardına izletilirken, kahramanımızın damarlarındaki Ludovico adı verilen madde onun şiddete karşı gelecekteki tutumunu belirlemektedir. Alex, aynı zamanda Beethoven’a derin bir hayranlık besler. En sevdiklerinden biri olan Ludwig Van’ın Beşinci Senfonisi, bu filmlerden birinde kullanılmış olduğu için, deneyden sonra müziğe de şiddete benzer şekilde koşullandırılmıştır. Şiddet uygulamayı aklından geçirdiğinde kendisini ne kadar hasta hissediyorsa, çok sevdiği müzik de onda aynı hissi uyandırmaktadır. Özgür iradesi esaret altında bırakılan Alex’in sanattan feragat ettirilişi, yazar tarafından incelikle ifade edilmiştir. Çünkü sanat, özgürlük neredeyse oraya göç eder.

“Tanrı iyilik mi ister yoksa iyi olma seçeneğini mi?” der hapishane Papazı. Kitabı, içinden seçeceğim tek bir cümle ile özetlemek isteseydim, o cümle bu cümle olurdu. Peki, ‘’Kötülüğü seçen bir insan, kendisine iyilik dayatılmış bir insandan bazı açılardan daha üstün olabilir mi?’’(s:84)

Başka bir cümlede yine Papaz Alex’e hitaben: “…İyilik içten gelir 665532. İyilik seçilen bir şeydir. İnsan seçemediğinde insanlıktan çıkar.”der. (s:73)

İnsanı insan yapan en temel vasıftan, özgür iradeden yoksun olan bir varlığı artık ‘’iyi’’ yahut ‘’kötü’’ şeklinde tanımlayamayız. Bu konuda, birbirinden farklı bakış açılarını anlatan en güzel bölüm ise şurasıdır: Papaz, Alex’in tamamıyla rehabilite olduğunun ispatlanması için düzenlenen ve üst düzey yetkililerin de bulunduğu gösteride Alex’in ahlaki seçim yapmaktan yoksun bir varlığa dönüştüğünü söylerken, yetkililer bunların birer ayrıntı, amacın tıka basa dolu hapishaneleri rahatlatmak ve suç oranını azaltmak olduğunu söyler.
Alex ise birden cıyaklar: ‘’Ben, ben, ben. Peki ya ben ne olacağım? Yoksa sadece bir hayvan ya da köpek filan mıyım? Sırf bir otomatik portakal gibi mi olayım yani?’’(s:112)

Olay örgüsüne geri dönecek olursak, Alex ‘’özgürlüğüne kavuşmuş’’, topluma kazandırılmıştır. Ailesinin evine gittiğinde odasının kiralandığını öğrenir ve orayı terk eder. Çetesi dağılmış, yapayalnız bir haldeyken geçmişte işkence ettiği yaşlı bir grup tarafından hırpalanmış, eski çetesinden olan Dim ve bir diğer çete lideri olan Billy ise grubu dağıtmaya gelen polisler olarak karşısına çıkmıştır. Yani devlet, çalışacak yaşa ulaştıklarında bu çocukları polis olarak bünyesine katarken, var olan şiddet eğilimini başka bir örnekle kendi lehine çevirmiştir. İki eski arkadaşı, ıssız bir alanda Alex’ten geçmişin intikamını keyifle aldıktan sonra onu terk etmiştir.

Otomatik PortakalGeçmişte bir gece çetenin, bahçe kapısında ‘’YUVA’’ yazan bir eve girip, Otomatik Portakal isimli kitabın yazarı ve eşini hırpalayıp, sırayla kadına tecavüz edişinden yıllar sonra, Alex’in çaresizlik içerisinde çaldığı kapı yine bu kapı olur. Eşini o gece kaybetmiş olan ve Alex’i tanımayan bu adam, devletin suçluları ıslah amacıyla uyguladığı programın, bireyleri otomatik işleyen birer makinaya dönüştürdüğünü savunur. Bu düşünceyi topluma kanıtlayabilmek amacıyla, Alex’i Beethoven ile baş başa, bir odada kilitli bırakır. Şartlandırılması gereği müziğe tahammül edemeyen Alex, kendisini camdan atar. Hastanede, hipnopedya yöntemi ile Alex’in şartlandırılması geri döndürülür, üst düzey bir yetkili tarafından ziyaret edilir, küçük çaplı bir müzik şöleni akabinde Alex ve eski sapkın hayalleri ile film sonlanır.

Tasvir edilen, ikincil hiçbir kazançları bulunmadığı halde uyguladıkları şiddetten zevk alan ve bu dürtüyü sorgulamayan bir gençliktir. Ergenlik dönemi, özellikle hormonların hakimiyeti altında olan ve çocukluktan yetişkinliğe geçmekte olan bireyin; devlet, aile gibi sosyal faktörler ile karar verme ve seçim yapma hakkının geri planda kaldığı bir dönemdir. Ludovico Tekniği ve ergenlik dönemindeki gençler arasında da bu bağlamda pekâlâ bir ilişki kurulabilir.

Ama kötülüğün sebebini bulmaya çalışarak tırnaklarını kemirmeleri, kahkahadan kırılmama yol açıyor kardeşlerim. İyiliğin sebebini aradıkları yok, öyleyse niye tersini merak ediyorlar ki? (s:35)

Kitabın filmde bahsedilmemiş olan son kısmında ise Alex kendisine yeni bir çete kurar. Fakat yetişkinliğe bir adım olarak değerlendirdiğim on sekiz yaşında, her şeyin farkında olarak kendisine yeni bir yol çizmeye hazırlanır. Bu son, Alex’in artık yetişkin olduğunun bilincine vardığı bir başlangıçtır.

Şiddetin, bu gençler için, bizimle aynı şeyleri ifade edip etmediğini anlamak için şu birkaç alıntı değerli olabilir: ‘’…yıldızlar, sanki kavgaya katılmak isteyen bıçaklar gibi parlıyordu.’’(s:14)

Ve Dim gökyüzüne bakarken:‘’Üzerlerinde ne var merak ediyorum. Yukarıda, öyle şeylerin üzerinde ne olur ki?’’ Onu sertçe dürtükleyip dedim ki: ‘’Hadisene geri zekalı piç kurusu. Onları boş ver. Herhalde buradaki gibi onlarda da hayat vardır, birileri bıçaklanıyor, birileri de bıçaklıyordur.’’(s:16)

Türünün sıra dışı bir örneği, anlatımı ve kullanılan dil yönüyle diğer distopik eserlerden bir hayli farklı. Dost Körpe’nin çevirisini de başarılı bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim.

Yazıyı, yine küçük kankamız Alex’in ağzından bir alıntıyla bitirmek gerekirse: “…Üstelik kötülük bireye özgüdür; sizlere, bana ve tek tabancalığımıza özgüdür ve bizleri yaratan bizim Tanrı’dır, hem de keyifle ve gururla yaratmıştır. Ama birey olmayan şeyler kötülüğe katlanamazlar, yani devlet ve yargıçlar ve okullar kötülüğe izin vermezler çünkü bireylere izin vermezler. Hem modern tarihimiz, bu büyük makinelerle savaşan cesur, küçük bireylerin öyküsü değil midir kardeşlerim? Bu konuda ciddiyim kardeşlerim. Ama yaptıklarımı sevdiğim için yapıyorum.”
(s:35)

Otomatik Portakal
Anthony Burgess
İş Bankası Yayınları
Türkçesi: Dost Körpe
176 sayfa, 2009

2 thoughts on “Sırf bir ‘’Otomatik Portakal’’ gibi mi olayım yani?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir