Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?
Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği ve oynadığı aralarında Demet Akbağ, Salih Kalyon, Zerrin Sümer, Şebnem Sönmez gibi usta isimlerinde bulunduğu bir tiyatro oyunudur Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü? İlk gösterim tarihi 1999 yılındadır. Ancak senaryo öyle sağlamdır ki hala güncelliğini korumakta, gerek psikolojik gerek sosyolojik gerekse siyaset kıvamındaki çıkarımların her biri bugünü birebir yansıtmaktadır. Başrolünde Gülseren karakterine hayat veren Demet Akbağ vardır. Gülseren’in doğumundan otuzlu yaşlarına dek süren hayatını ve o yılları anlatır oyunumuz. Üstün zekâlı olarak doğmuştur Gülseren ve “ortalama bir salak olarak doğmayı ben de isterdim” diyerek aslında kalıpları yıkmaktadır. Öyle muhteşem diyaloglar hâkimdir ki oyunda duygularınızın her birine seslenir düşüncelerinizin her birine cevap verir niteliktedir.
İnsanların birbirine yabancılaşmasına dayanamaz Gülseren, siyasetin insanları kalıp cümlelerle ayırmasına dayanamaz, annesin babasına olan tavrına, yalnızca teorikten yana olan öğretmenlerine, kalıp cümlelere, batıl inançlara, televizyona dayanamaz. Yalnızlığa ve bu yalnızlığın Çarşamba günleri olmasına dayanamaz. Belki de en çok ateş böceklerini gördüğünü söylediğinde insanların ve en çok da annesinin ona kızmasına ve onu deli olarak nitelemesine dayanamaz. Gülseren karakterinin dünyası bile başlı başına muhteşem analizler içerirken toplumsal diyaloglarda en az bireysel çıkarımlar kadar yerli yerindedir.
Yılmaz Erdoğan bir haber spikeri olarak Gülseren’in üstün yeteneklerini duymuş ve onun 4 dört basamaklı sayıları aklından çarpabildiğini öğrenmiştir. Bunu akşam haberlerine yetiştirmek ister ancak Gülseren’in fotoğraf albümünü çıkarmasıyla her şey başlamış olur. Gülseren’in kocaman dünyasına ve yüreğine rağmen haberlerde gösterilen yine “teorik” işlemlerdir. Filmin sonunda işlemin sonucunu söylediğinde ki gözyaşı ise neden televizyondan nefret ettiğinin kanıtıdır. Çünkü televizyon sadece görüntüyü verir, haber olan yalnızca görünen şeylerdir işte buna ağlar Gülseren’de. Oysaki şu diyaloglar aktarmalıydı haberlerde:
-Hiçbir şeye benzemez biliyor musun, bir şeye inanmanın tadı! Ama inanırken karlı bir fikre inanmak daha iyidir. Mesele Kürşat Dayım. O kadar inançlıydı ki bu işten daha sonra dünyanın parasını kazandı… Ama Veli öyle mi ya? Ah be Veli, madem ticaretten anlamıyorsun, ne diye siyasete giriyorsun?
-…70’li yıllar. Kör dövüşü. Hani komşu komşunun külüne muhtaçtır ya bu yüzden hepimiz komşumuzu yakmak isteriz. Bir de ‘Kardeş kardeşi vurur mu?’ diye şaşırıyoruz. Tabii ki vurur. Asıl kardeşler bilir birbirlerini en kızdıracak, en yaralayacak şeyin ne olduğunu. Kardeşin kardeşi vurmasında şaşılacak bir şey yok. Asıl anlaşılmaz olan bir insanın, hiç tanımadığı yüzünü bile görmediği bir insanı vurması.
– Peki, özel bir şey sorabilir miyim?
+ Sor bakalım.
– Hiç aşık olmadınız mı?
+ Ha, o zaman, senin için özel fotoğraflar bölümüne geçelim. Dündar, benim aşktan da hayattan da umudumu kesmeye başladığım bir sırada çıktı karşıma. Kısa bir öykü oldu ama çok güzeldi. Hani radyoda çok sevdiğin bir şarkıya denk gelir sevinirsin de, tam sesini açtığında şarkı biter ya, öyle bir şeydi işte.
– (Gülseren): Bu sefer konu ne?
– (Veli): KAHROLSUN!!
– (Gülseren): Bizim duvara yazınca oluyo mu?
– (Veli): Bilmem ama yazmayınca hiç olmuyo? Hem sizin duvarı kamulaştırdık biz.
– (Gülseren): Allah Allah kamu biziz ama hiç haberimiz olmadı.
– Tanrım seninle biraz konuşmak istiyorum. Yalnız Türkçe konuşabilir miyiz? Üzgünüm ben Arapça bilmiyorum da. Kürşat dayım senin yalnızca Arapça bildiğini düşünüyor ama sen bizim tanrımızsın ve bütün dilleri bilirsin. Tanrım ben babamı yanına alışın konusunda konuşmak istiyorum, Kızmazsın umarım. Çünkü senin bu çeşit konuşmalardan hoşlanmadığını söylüyorlar ama bu işte biraz aceleci davranmadın mı? Babam biraz daha bizimle kalabilirdi bence ama onu yanına aldığına göre bir bildiğin vardır mutlaka. Tanrının neyi niçin yaptığına aklımız ermezmiş bizim, öyle diyorlar. Senin adına konuşan ne çok insan var, hiç dikkatini çekti mi? Yani çekmiştir mutlaka da… Tanrım ona iyi bak olur mu? Biliyorsun o ticaretten anlamaz. Kendisi mutlaka aksini iddia edecektir ama sen yine onu ticari bir işte kullanma. iyi bir memurdur aslında, masa başı bir iş verirsen mutlaka başarılı olacaktır. Özür dilerim tanrım, işine karışıyor gibi oluyorum ama… Tanrım, o çok iyi bir insandı ve herhalde onu cennetine alacaksın. Bu da benim bir daha onu göremeyeceğim anlamına geliyor. Çünkü ben deliyim ve cennete giremem herhalde. Çok uzattım biliyorum çok uzattım ama hemen bitiriyorum. Son olarak kendimle ilgili bir şey sormak istiyorum. Belki kızacaksın ama sormak zorundayım. Tanrım, ben şimdi ne yapacağım?