Osmanlı’da Kurtarıcı ve Kurucu Misyon Bir Bilim: Sosyoloji
Osmanlı devleti tarih sahnesinde uzun süre kalabilmiş imparatorlukların başında gelmektedir. Bu imparatorluk sürecinde toplumsal yapı millet sistemi içerisinde farklılıklara dayanmakla birlikte aynı zamanda bu farklılık üst bir bütünlüğe de karşılık geldiği için mühimdir. Çünkü bu bütünlük ve farklılık toplumsal yapının zor okunmasına rağmen aynı zamanda birçok düşünürün kendisini temellendirebilecek düşünce akımlarına sahip olmasına da zemin hazırladığı için önem teşkil etmektedir. Sosyolojinin Osmanlı devletindeki varlığına da böyle bir ortamda sahiplenilmiştir.
Osmanlı devletinde sosyolojinin yerini belirleyebilmek için ilk olarak hangi koşulların bu bilimi ihtiyaç haline getirdiğine bakmalıyız daha sonra sonuçları bu doğrultuda değerlendirmeliyiz. Öncelikle sosyolojiyi Batı Avrupa’da doğuran etkenler sonuçlara dayanırken Osmanlı’da bu durum sebeplere dayanmaktadır. Batı Avrupa’da sosyoloji modernitenin sonuçlarına karşılık gelirken Osmanlı’da bu bilim “kopuş ve yabanı öz kılma” arasındaki dengeye karşılık gelmektedir. Bunun temelinde ise iki ana unsur yatar: İlk unsur çözüm odaklı olan sosyolojinin dağılan imparatorluğa karşı bir reçete olduğu fikrine karşılık gelir. İkinci unsur ise bu fikrin arkasında yatan ‘devletçilik’ algısı ile yani siyasi arka planla ilgilidir. İlk ana unsurun özü sosyolojiden beklenen çözümle alakalıdır. Çünkü sosyolojinin 19.yüzyılda Osmanlı imparatorluğuna giriş sebebi dağılan Osmanlı İmparatorluğu kurtarmaya yönelik bir düşünceye bağlıdır. Farklı çözüm yolları üreten düşünürlerin dahi en büyük ortak noktasını imparatorluğu kaybetmeme fikriyatı sağlamaktadır Bu sebepledir ki Osmanlı’da meydana gelen siyasal akımların- Batıcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık- ortak noktasını dağılan imparatorluğu kurtarma ve bir arada tutma çabaları olarak görürüz. Bu durumu da sosyolojinin Osmanlı devletindeki karşılığı olarak “kurtarıcı ve kurucu misyon” olarak anlayabiliriz.
Ancak burada dikkat etmemiz gereken önemli bir husus süreçlerin denge unsuru olarak değerlendirilip bu geçişlerin devrimlerle sağlanmak istenilmemesidir. Bu durumu düşünürlerin bu süreçleri ıslahat olarak değerlendirmesini temel alabiliriz. İkinci ana unsur ise Osmanlı’nın siyasi dengeleriyle ilgilidir. Siyasi alanda şekillenen yapının varlığı Osmanlı devleti bürokrasisi içinde toplum yapısı içinde hep belirleyici bir unsur olmuştur. Bu unsurun halk tabanında ve düşünürler içerisindeki temeli zihinsel anlamda devletçi bakış açısıyla yani ‘devlet baba figürü’ ile eşleşmektedir. Bu figürün baskın olmasının düşünce dünyasındaki gelişmeleri de etkilediğini söyleyebiliriz. Örneğin Ziya Gökalp sosyolojizminin Prens Sabahattin’in çalışmalarından daha etki uyandırmasının bir temel taşı da Ziya Gökalp’in çalışmalarının daha merkezi bir otoriteye dayanmasından kaynaklıdır. Sosyolojinin Osmanlı’daki toplumsal ve siyasi karşılığı da –ilk sosyolojik çabalara bağlı kalarak durum değerlendirilmesi yapılmaktadır- merkezi siyasete bağlılıkla şekillenir. Siyasi anlamda kurulan dış ilişkiler ve bu dış ilişkilerde ülkelerin başarıları ve Osmanlı’daki çözüm arayışı sosyolojinin siyasi dünyadan ayrılamamasına sebep olmuştur.
Çünkü Osmanlı’da güven ve ilerleme ancak siyasi anlamdaki başarılara ve düşünürlere denk gelmektedir. Bunun temelinde ise daha önce söz ettiğimiz devlet baba figürü yatmaktadır. Bu anlayışın oluşumu Baykan Sezer’in tabiriyle düşünürlerin sadece fildişi kulelerine kapanan ve kendisini tamamen soyutlayan kimselere dayandığı ve düşünürlerin yalnızca aktarma yapan düşünürler olduğu anlamına gelmemelidir. Burada verilmek istenen mesaj düşünürlerin çabalarının altında yatan devletçi ve siyasetçi alt metni okuyabilmektir. Kaldı ki tüm gelişmelerin ışığını merkeziyetçi siyasi düşünceden ayırmak oldukça zordur çünkü her ilerleme ve gelişme beraberinde kendi siyasi yapısını ve ideolojisini getirmektedir. Osmanlı düşünürlerinin devlet baba figürü ve merkeziyetçiliğinden kopmadan çoğunlukla Batı kavramlarıyla çözüm aramaları da bundan kaynaklanmaktadır.
Baykan Sezer’in kalemiyle “ … Batılılaşmak giderek Batılı gibi giyinmek, Batılı gibi yaşamaya uzanacaktır. Batı yaşam biçiminin benimsenmesinden sonra sıra, kaçınılmaz olarak Batılı gibi düşünmeye gelecekti. Bu adım da atıldı. Batı düşüncesi yurdumuzda etkinlik kazandı.” Batı’da aranan çözümün kendi ideolojisiyle birlikte gelmesi ve düşünürlere yansıması bu anlamda şaşırtıcı bir durum değildir. Sosyoloji iste bu toplumsal ve siyasal şartlara tekabül ederek şekillenmiştir. Bizim bahsettiğimiz bu şekillenişin ilk kısmı ve ilk düşünürlere etkisidir. Değişen dış politikaların etkisi, Batı sosyolojisinin Türk toplumu için yetersiz kalması, farklılaşan konular, değişen siyasi süreçler sosyolojinin de toplum içerisindeki yerini, kavramlarını değiştirmiştir.
Sonuç olarak sosyolojinin kurtarıcı ve kurucu misyonunda etkin olan temel taşlardan belki de en belirgin olanı siyasal yapılanmadır. Başlangıçta Osmanlı’da etkin olan Batıcılaşma siyasi bir etken olarak devlet nezdinde belirlendiği için daha sonra gelen Batılılaşma da siyaset ve devlet işbirliği ile Osmanlı ile bütünleşerek devam etmiştir. Böylece sosyoloji Osmanlı’ya devlet eli ile birlikte girmiştir. Ancak sosyolojinin değişen içeriği bu süreci törpüleyerek kendisine yerel bir zemin hazırlamaktadır.