Okumak Sanatı
Okumak bir iş midir? Valery Larbaud ona “cezalandırılmayan kötü huy” adını verir. Descartes ise aksine, “geçmiş yüzyılların en dürüst kişileriyle bir konuşma” diye tanımlar. İkisi de haklıdır. Kötü huy sayılabilecek olan okuma, kitapları bir çeşit afyon olarak kullanan ve hayali bir dünyaya dalarak gerçek dünyadan kendilerini koparan kişilere özgüdür.
Bu gibiler bir dakika bile okumadan duramazlar; ellerine ne geçerse okurlar; rasgele bir ansiklopediyi· açıp sulu boya tekniği konusundaki bir yazıyı yutarcasına okudukları gibi, aynı iştihayla ateşli silahlar konusundaki bir yazıyı da devirirler. Bir odada yalnız kalır kalmaz doğruca üzerine dergilerin, gazetelerin yığılı bulunduğu bir masaya gidecek ve bir an için kendi düşünceleriyle haşhaşa kalacak yerde, rasgele bir sütunu ortasından okumaya koyulacaklardır. Bunlar okumakta ne fikir, ne gerçekleri ararlar, ancak dünyayı ve ruhlarını maskeleyen o sözcükler dizisinin peşindedirler. Okuduklarının özünden, ana fikrinden pek azını akıllarında tutarlar; bilgi kaynakları arasında hiçbir değerlendirme yapmazlar. On1arın yaptığı okuma, tamamen edilgen (pasif)’dir; sadece yazılara boyun eğerler; okuduklarını yorumlamazlar; akıllarında bunlara yer açmazlar; bunları sindirmezler.
Zevk için okuma ise daha etkendir. Bu tür okuma meraklısı romanları, güzel ifadeleri, ya kendi duygularının uyanışını ve heyecana ge’mesini, ya da yaşamda bulamadığı serüvenleri aradığı için, yani zevki için okur. Ahlakçılarda ve ozanlarda, kendi yaptığı gözlemleri veya kendi duyduğu heyecanları daha kusursuz ifade ettikleri için, onları severek, zevkle okur.
Nihayet, tarihin şu veya bu dönemini incelemeksizin, yüzyıllar boyunca insanın dertlerinin hep aynı olduğunu görebilmekten zevk aldığı için okur. Bu tür, zevki için okuma, sağlığa uygundur. Nihayet bir de iş için okuma vardır: bu, bir kitapta belirli bilgileri, anahatlarını tasarladığı halde zihninde bir yapıyı tamamlayabilmek için gereken hammaddeleri bulmak için okuyan adamın okumasıdır. İş için okuma, okuyan şaşırtıcı bir belleğe sahip bulunmadıkça, mutlaka elde kalemle olmalıdır. İnsan, kendi kendisini her defasında o konuya dönmeye mahkum ettiği sürece, okumak boşunadır. İzninizle bir örnek vereyim : Bir tarih kitabı veya herhangi bir ciddi kitap okurken her zaman ilk veya son sayfasına, kitabın içindeki başlıca konular üzerine birkaç kelime yazar, sonra bu kelimelerin herbirinin altına, gerektiği zaman bütün kitabı yeniden okumak zorunda kalmaksızın başvurmayı isteyeceğim sayfaların numaralarını kaydederim.
Okumanın da her çalışma gibi, kuralları vardır.
Birincisi, birkaç yazarı ve birkaç konuyu eksiksiz bilmek, birçok yazarı üstünkörü bilmekten daha iyidir. Bir yapıtın güzellikleri ilk okuyuşta hiçbir zaman tam olarak anlaşılamaz. Gençlikte, tıpkı yaşamda olduğu gibi, kitapların arasında dost aramak için dolaşmalıdır, ama bu dostlar bulunup, seçilip benimsenince onlarla haşhaşa kalmak gerekir. Montaigne’in, Saint-Simon’un, Retz’in, Balzac’ın veya Proust’un yakını olmak, bir yaşamı zenginleştirmeye yeter.
İkinci kural, okumada büyük eserlere geniş yer vermektir. Şüphesiz çağının yazarlarıyle ilgilenmek, doğal olduğu kadar gerekli bir şeydir; ancak onlar arasındadır ki, bizimle aynı dertler ve aynı ihtiyaçlara sahip dostlar bulmak olanağımız mevcuttur. Fakat kendimizi küçük kitapların seline kaptırmayalım. Başeserlerin sayısı zaten o kadar çoktur ki, hepsini tanımamıza asla imkan olmayacaktır. Biz de, yüzyılların yaptığı seçime güvenelim. Bir insan Homeros, Tacitus, Shakespeare, Moliere hiç şüphesiz kazandıkları büyük ünü haketmişlerdir. Zamanın denemelerini başarıyle atlatmamış olanlar karşısında onlara üstünlük tanımamız gerekir.
Üçüncü kural, besinlerini iyi seçmektir. Her ruhun alacağı, alması gereken besinler ayrıdır. Bizim yazarlarımızın kimler olduğunu tanımayı öğrenelim. Dostlarımızın yazarlarından oldukça farklı kişilerdir bunlar. Edebiyatta da aşkta olduğu gibi, başkalarının seçimi insanı şaşırtır. Bize uyanlara sadık kalalım. Bu bakımdan en iyi yargıç gene kendimiz olacağız.
Dördüncü kural, fırsat buldukça, okumamızı güzel bir konserin soylu bir törenin saygılı ve sessiz havasına büründürmeliyiz. Bir sayfaya göz atmak, telefona cevap vermek, sonra, aklı başka yerde kitabı tekrar eline almak, sonra ertesi güne kadar bir yere bırakmak, okumak değildir. Gerçek okuyucu, kendisine uzun, yalnızlık içinde akşamlar hazırlar; çok sevdiği şu yazara, bir kış pazarının öğleden sonrasını ayırır; tren yolculuklarını, bir çırpıda Balzac’ın Stendhal’in, bir romanını veya Mezarötesi Anıları’nı tekrar okuyabilme olanağını yaratttığı için, sever. Sevdiği filanca cümleyi, filanca pasajı tekrar okumaktan (Proust’ta akdikenler veya küçük meyva ağacı, Tolstoy’da Levin’in nişan töreni) müzik meraklısının Stravinski’nin Petruşka’sındaki sihirbaz temasını dinlerken aldığı zevki alır.
Beşinci kural da kendisini büyük kitaplara layık hale getirmektir, çünkü onların okunması da tıpkı İspanyol hanları ve aşk gibidir: İnsan ancak kendi getirdiğini bulabilir. Duyguların dile getirilmesi ancak onları duymuş olanları veya henüz genç olduklarından, bu duyguların yeşermesini umutla ve endişeyle bekleyenleri ilgilendirir. Geçen yıl serüven öykülerinden başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir delikanlının sevmek mutluluğunun ve acısının ne olduğunu artık öğrendiği için Anna Karenin’i veya Dominique’i okumaktan zevk aldığını görmek kadar insanı duygulandırıcı bir şey olamaz. Büyük hareket adamları, Kipling’in, büyük devlet adamları ise Tacitus’un veya Reitz’in devamlı okuyucularıdır. Lyautey’in, haksız bir hükümetin Fas’ı elinden aldığı günün ertesi, Shakespeare’in Coriolanus’unu okumaya başladığını görmek, gerçekten güzel bir şeydi. Okumak sanatı, her şeyden önce, yaşamı kitaplarda bulmak ve kitaplar sayesinde onu daha iyi anlamak sanatıdır.
Yaşama Sanatı
Andre Maburois
Varlık Yayınları
Türkçesi: Nihal Önol
170 sayfa, 1974