O Gemi
Vedalar da sevdaya dahildi.
Gideni beklemek, ardından gözyaşı dökmek, dönmeyeceğini bile bile umut etmek, kavuşacağı günü hayal etmek, özlemek hem de çok özlemek …
Her şey insan için,
Acı çekmek, seven insan içindi.

1941 yılı Eylül ayıydı.
Yıkıcı bir savaşın meydanında, kaosun tam ortasında yaşamaya çalışan insanların tek bir amacı vardı. Hayatta kalabilmek.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Yunanistan’ı işgal etmeye kalkan ilk devlet İtalya’ydı. İtalya’nin yaşadığı başarısızlığının ardından Nazi Almanyası harekete geçti. Yunanistan’a saldırmaya başladı. Almanlar ve Italyanlar Yunanistan’ı işgal ederken on binlerce kişi açlık ve salgın hastalık yüzünden yaşamını yitirdi. Çok zor şartlar altında yaşamak durumunda kalan çoğu kişi ise Ortadoğu’daki mülteci kamplarına kaçtı.
Çok ölüm görmüş, çok kayıp vermiş olan Nicos da onlardan biriydi. Ailesinden hemen hemen kimse kalmamıştı. Babası Naziler tarafından kurşuna dizilmiş, annesi ise son nefesini onun kucağında vermişti. Kardeşleri kaçmıştı. Neredeler hiç bilmiyordu. Gitmekle kalmak arasında zor bir seçim yapmak zorundaydı. Gidenlerden bir haber alamıyordu ama yine de bir umuttu.
Bir yanı git diyor, bir yanı nedense hâlâ orada kalmasını söylüyordu.
Doğup büyüdüğü, yaşadığı, sevdiği bu topraklardan gitmek öyle kolay mıydı sanki?
Peki ya anılar, o gitse, anılar peşini bırakmazdı ki.
“Hayır hayır olmaz!” diyordu.
“Gidemem.”
İçinde eski bir aşkın külleri, burnunda yıllar önce sevdiği o kızın hasreti tüterken hiç bir yere gidemezdi. Onu bulmadan, onu son bir defa daha görmeden “gidemem” diyordu.
“Gidemem”
“Bu savaş ortamında onu bulmam imkânsiz” diye düşününce de, yıllardır içinde yeşerttiği o umut, bir anda sararıp soluveriyordu. Ilk gençlik yıllarında yaktığı o koca ateş, umutsuzluğa kapıldığı anlarda küçücük bir aleve dönüşüyor, sonra da sönüveriyordu.
Bir Türk kızını sevmişti Nicos. Yirmi yıl önce komşuları olan Hacıoğullar’ının kızı Makbule’yi. Beraber aynı okulda okumuşlar. Enstitü’yü bitirir bitirmez de evlenmeyi düşünmüşlerdi.
Olmadı.
İstediği ne olmuştu ki zaten hayatta. Makbule’ nin ailesi evlenmelerine karşı çıkınca Nicos bir daha hiç görmedi Makbule’ yi.
İlla görmek mi gerekiyordu sevmek için. Görmeden de insan pek alâ sevebilirdi.
O da öyle yaptı. Geçip giden yıllar onu sadece fiziksel olarak değiştirdi. Yüzündeki kırışıklıkların her biri Makbule’ nın hasretinin iziydi. Rengi solmuş gözlerindeki her damla yaş onun özlemiydi. Yüreğinin tamamını kaplayan o büyük aşkın yeri ise hiç değişmedi.
Hâlâ ilk günkü gibiydi.
Ondan kalan mektuplar ve ona yazdığı şiirleri okuyarak günlerini geçirdi.
Zaten yıllardır Makbule’nin yokluğuyla bir savaş veriyordu Nicos. Ama bu sefer ki ülkesi için verdiği bir mücadeleydi.
Her zaman sevdikleriyle sınanmaya zorlanan Nikos’ un işgal altındaki ülkesi içinse elinden bir şey gelmiyordu. Tıpkı Makbule için çaresiz kaldığı gibi sadece izliyordu etrafında olup biteni.
Ve özlüyordu yitip gideni…
Artık bir karar vermeliydi. Bu şekilde yaşamak yaşamak değildi. Her şeyini kaybeden zavallı biri olarak yaşamaktansa belki de gitmek en güzeliydi.
Bilinmez bir yolculuğa çıkmak, bilmediği topraklara sığınmak, belki de oraya varamadan çok özlediği ailesine kavuşmak…
Seçenekler belliydi. Başına gelebilecekler ise ihtimal dahilindeydi.
Ve kararını verdi Nicos. O gemiye binecekti. Ne pahasına olursa olsun o umut yolculuğuna çıkacaktı. Ama savaş bitince mutlaka geri dönecekti.
1942 yılı Eylül ayıydı.
Bombaların, yağmaların, silah seslerinin altında onları Gazze’ye götürecek İngiliz gemisi Empire Patrol limana yanaşmıştı. Önce deniz yoluyla Kıbrıs’a, oradan da Gazze’deki El Nuseyrat adlı mülteci kampına götürecekti onları. Bunun için yüklü miktarda para da vermişti Nicos. Elinde avucunda bir şey kalmadan, sıfırı tüketerek gidecekti az sonra.
Gemiye bindi. Geminin kamarasının küçücük yuvarlak penceresinden etrafına şöyle bir göz gezdiren Nicos, vedalaşan insanları görünce, ülkesinde veda ettiği çok şey olduğunu fakat vedalaşacak kimsesi olmadığını düşünüp hüzünlendi. Arkasından el sallayan birinin olmaması onu paramparça etti. Ana baba günü gibi kalabalık olan limanda ondan başka ağlamayan insan yok gibiydi.
Neden ağlamadığını merak etti. Belki de göz pınarları kurumuştu artık. Gözyaşı üretmek de meseleydi. Maalesef ona bile mecali kalmamış, çökmüş bir vaziyette gözünü uzaklara dikti.
Anıların ruhunda yarattığı sarsıntıyı atlatabilmeyi umut ediyordu ki bir anda onu gördü.
Makbule’yi…
Beyninin kendine yaptığı bir oyun diye düşündü önce. Gözlerini kısarak tekrar baktı. Yetmedi gözlerini iyice açtı. İyice emin olmak için gözlerini ovuşturup ,tekrar bakmayı denedi.
O Makbule’ydi.
O gözleri Nicos nasıl unutabilirdi. O mavi gözlere az şiir yazmamıştı. Az bakmamıştı o gözlere, az boğulmamıştı o gözlerin derinliklerinde.
Şimdi tekrar onları görebilmek mucize değildi de neydi?
Üstünde mantosu, başında eşarbıyla onu seyreden Makbule yıllar geçse de güzelliğinden bir şey kaybetmemişti. Hâlâ kimsenin göremediği, sadece Nicos’un farkettiği bir ışık saçıyordu etrafına. Karşısındaydı işte. Yıllardır beklediği, hayalini kurduğu o an gelmişti.
Ama,
Seslenemedi Nicos, gemiden inip de bir şey diyemedi. Kendisini çepeçevre saran çaresizliğin esiriydi hâlâ. Ne kıpırdayabildi, ne de iki kelam edebildi. Gözünü kör eden bu aşk şimdi de dilini lâl etmişti.
Karşılıklı uzun uzun bakıştıktan sonra kalkmak üzere olan gemiye yaklaştı Makbule. Ona kağıtların sarılı olduğu bir paket uzattı. Kamaranın daracık penceresinden uzandı Nicos. Paketi alırken eli eline değdi.
Kalbinin yerinden çıktığını hissetti. Kalbinin çıkardığı sesi Makbule’ nin de duyduğuna emindi. Hatta bütün ülke çıkan sesi duyup şehrin bombalandığını iddia edebilirdi.
Paketi alan Nicos bunun ne olduğunu sormayı bile düşünmedi. Neden burada olduğunu, onun için mi yoksa başkası için mi geldiğini, bunun bir tesadüf mü yoksa kaderin bir oyunu mu olduğunu hiç merak etmedi. Sorular ve cevaplar kimin umrundaydı ki. Makbule’ yi görmüştü ya Nicos artık ölse de gam yemezdi.
Bir anda inmeyi düşündü gemiden.
“Gidemem” dedi.
“Onu bulmuşken tekrar kaybedemem.”
Bütün bu düşünceler saniyeler içinde beyninden geçerken Nicos gözlerini hiç ayırmadan, Makbule’yi seyrediyordu. O an zaman durmuş, ne içinde bulunduğu kaos ortamının ne de savaşın farkındaydı.
Dünya birkaç dakikalığına güzelleşmişti.
Aşktı Dünya’yı güzelleştiren. Şartlar ne olursa olsun, insanı öldüren savaşa inat, aşktı insanı yaşatabilen. Yeniden hayata dönmüştü Nicos. Nefes aldığını hissetti.
Tam gemiden ineceği sırada bir ses duydu.
Küçücük bir kız çocuğu:
“Anne!” dedi.
Makbule dönüp bakmadı, gözleri hâlâ Nicos’un gözlerindeydi.
Annesine sesini duyuramayan minik kız annesinin yanına geldi,mantosunu çekiştirdi.
“Anne,gidelim hadi!”
“Anne!”
“Babam bekliyor!”
“Anne!,anne!, anne!” beyninde dönüp duran, kulaklarında çınlayan bu “anne” sesi Nicos’un yüreğini dağladı. Yutkunamadı Nicos. Boğazına bir şeyler düğümlendi. “Demek evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı Makbule. Bir yuvası vardı. Ben yıllarca onu bekleyip ömrümü onu bulmaya adamışken, o benden ümidi çoktan kesmişti demek.”
Hayat böyleydi işte. Yıllarca ümit ettiğin şeye kavuşmanın hayalini kurarsın. Tam kavuştum derken, hayal ettiğin şeyin başka hayallere ait olduğunu anlarsın. Bir kez daha yıkılmıştı Nicos.
Ne denebilirdi ki artık, gitmekten başka ne gelirdi ki elinden. Ait olmadığı bir kalpte bir yüz görümlüğü beklemişti. Çok bile kalmıştı.
Artık bir daha dönmemek üzere gitme vaktiydi.
Gemi düdüğü duyulur duyulmaz Makbule,gemiye binen diğer akrabalarını uğurlamak üzere oradan ayrıldı. Aklında hâlâ unutamadığı Nicos’un buğulu gözleri, kalbinde hâlâ sıcacık duran Nicos’un aşkıyla.
Gemi düdüğü duyulur duyulmaz Nicos ise, arkasına bile bakmadan giden, çocuğunun elinden tutup ailesine geri dönen Makbule için, o gözden kayboluncaya kadar ağladı.
Hıçkıra hıçkıra, bağıra çağıra ağladı.
Gemi limandan ayrılırken elinde sımsıkı tuttuğu Makbule’nin verdiği paketi açtı. Gözyaşları açılan paketteki kağıtlara damladı. Yazıların mürekkebi dağıldı.
Ama hâlâ ne yazdığını okuyabiliyordu.
Bunlar Nicos’un Makbule’ ye yazdığı şiirlerdi. Ona gönderdiği mektuplar.
Aşk sözleri, özlem dolu mektuplar, fotoğraflar…
İkisine ait anılardı.
Bir ömre sığmayan aşk bir pakete sığmıştı.
Sonra bir de buna ağladı Nicos.
Gözünün yaşını denizin suyuna katarak bilinmezliğe doğru ilerlerken, ne gözünde yaş, ne aklında savaş kalmıştı artık.
Girdiği bütün savaşları kaybetmişti.
Bu da kanıtıydı.
Sonra alttaki kağıtlara baktı,bunlar yeni tarihliydi.
İşgal başladığı zamandan bu yana yazılan mektuplardı.
Makbule’ nin Nicos’a yazdığı, onu hâlâ sevdiğini söyleyen, ailesine karşı çıkamadığını belirten, onu çok özlediğini, ölmeden bir kere görebilsem dediği, belki görüp de veririm diye koynunda taşıdığı canından kan damlarcasına, acı içinde yazdığı mektuplar.
Nicos anladı ki, şartlar ne olursa olsun onlar hâlâ birbirlerine aitti. Makbule’nin de hâlâ onu sevdiğini bilmek, limandan ayrılırken ardından sallanan bir el gibiydi.
Ve karşılaşmaları asla tesadüf değildi.
İkisi de birbirini ölmeden önce son kez görmeyi o kadar yürekten dilemişti ki…
“Ölmeden önce son kez görmek…”
Neresinden tutsan acı bir cümleydi.
Vedalar da sevdaya dahil değil miydi?
Makbule’nin mektupları okunduktan bir saat sonra gemide çıkan yangında kül olup gitti.
Nicos’un yangınını ise denizin suyu bile söndüremedi.
Küllenmiş bir aşktan geriye ise siyah beyaz tek bir fotoğraf kaldı.
O da gemi limandan ayrılmadan az evvel, Makbule Nicos’a mektupları uzatırken, uzaktan onları izleyen Makbule’nin kocasının çektiği…
Makbule ise o fotoğrafa bakıp bakıp ölene kadar aynı şarkıyı söyledi.
“Yaralı kalbimi yakıp gitti o gemi,
Bir daha dönmedi geri.”