Nâlan şimdi gitmenin sırası mıydı?

Yaşamamıştı. Bu acı kadar büyük bir acı henüz tenine nüfuz etmemişti. Yerde soğuk beton zeminin üzerinde öyle bir halde duruyordu ki, dün çıkardığı terli tişörtü ve pis çorapları ile yüzü arasında mesafe yok sayılırdı. Kıvrılmış, dizleri ile göğsünü birleştirmişti. Onu bu halde gören birinin anasının doğum sancılarından henüz kurtulduğunu ve bu yerde yatanın da bu sancıların mahsulü olduğunu düşünmesi kaçınılmazdı. Fakat o doğalı ve anası öleli çok uzun zaman olmuştu. Bazen insanlar kaçtıkları her yerde kendi kalabalıklarında boğulurlardı. Onun kalabalığı ise çok yalnızdı. Dün gece olup bitenleri aklından dahi geçiremiyordu. Bir hayal kırıklığı, bir gönül burukluğu ve bir İstanbul depremi kadar sarsıcıydı. Hayatına aldığı kadınların onu sevmemesine alışıktı ama Nâlan onlara benzemiyordu. Saçları, gözleri, elleri normal bir insan kılıyordu onu ama herkesin göremediği bir yanını o görmüştü. O kadın bu evrenin toz bulutu halindeki dönüşümünün ilk eseriydi.

Bir bitki ya da hayvan olabilir, bir objeye benzeyebilirdi. Kemal onu ilk gördüğünde o toz bulutunun içinde elleri ile boynunu sıvazlayan bir varlığın ne denli albenili olabileceğini düşünürken kahvesini soğutmuş, yazdığı metni unutmuştu. Tam unutmakta sayılmazdı. Sadece yazıları artık daha arzuya açık ve daha şehvetliydi. Ona ilk sarılışı ise bu fantastik duygulardan tamamen uzak bir his bırakmıştı şuurunda. Yeni doğmuş bir sıkıntının, henüz denize varamamış bir su kaplumbağasının ve bir bulata çarpıp yağmak için bekleyen başka bir bulutun içi gibi doluydu içi. İyi mi yoksa kötü mü hissediyordu bilmiyordu ama ona sarılmak hürriyeti tüm bedenine bağımsızlık ilan ettirmişti. Bu bağımsızlık ilk olarak ruh cemiyetinde sirayet etmiş ve devamında aklî her fonksiyonunu ele geçirmişti. Ona sahip olduğunda ise bir bayram sabahı vardı içinde. Torbasını şekerle doldurmuş bir çocuğunun ilk bayram sabahı.

Velhasıl dün gece çırılçıplak bir haldeydi ruhu. Onu saran sarmalayan, onu koruyan Nâlan kanepeye oturmuş ve bu ilişkiden sıkıldığını söylemişti. Öylece, kolayca, insafsızca deyivermişti bu tek kişilik yeni hayat biletinin tarihini. Şu an ve bundan sonra Kemal o oturduğu kanepede, uyuduğu yatakta, mutfak masasında ve bu evin her bir metresinde tek olacaktı. Oysa yalnızlığı sevmediğini söylemişti Nâlan’a. Hele bir de işlerin en yoğun zamanıydı. “Şimdi gidilir mi Nâlan” dedi. Bir cevap beklemeden yazısına döndü. Klavyenin birkaç tuşuna basıyorsa da bunu metni yazmak için değil odanın buz kırığı sessizliğini eritmek için yapıyordu. Nâlan kapıdan çıkarken “gitmenin zamanı olmaz Kemal, gidersin ve gitmiş olursun.” demişti. Gidince gitmiş olursun -üzmüş olursun-kırmış olursun-yarım olursun-mahvolursun-katil olursun-öldürmüş olursun. Nâlan sen neden bunca işin içinde gidip bir sürü dert açtın başına?

Nâlan gitmişti. Kemal kalmıştı. Oturduğu kanepede karnına giren o kış mevsiminin sancısıyla uğuldadı. Canhıraş kanepeden yere attı kendini. Tamam ilk kez ayrılmıyordu bir kadından ama ilk kez yarım kalıyordu ve bu yarım kalmanın acısını bedeninin her zerresinde hissediyordu. Sağ kolu, sağ bacağı, sağ yanağı, sağ göğsü az önce kapıdan çıkıp gitmişti ve o sol yanına bunu alıştırarak söyleme fırsatı bile bulamamıştı. Eski bir kitapta ağlamanın her bir şekline farklı bir isim verildiğini okumuştu. Bir an şu an ki ağlamasının ismi acaba ne olurdu diye düşündü. Uzun bir ağıtın ardından kapanan gözleri az önce bedeninden ayrılan yarısının gittiği yöndeydi.

Sabah olunca fark etti. Yaşamamıştı. Böyle bir acı henüz tenine nüfuz etmemişti. Bu ilkti. Diğer birçoklarından ayrıydı. Bu ilkti.

Gözde Öz

1995 Kahramanmaraş doğumluyum. Türk Dili ve Edebiyatı bölümü okudum. Çok daha öncesine dayanan yazı sevgim ile varlığımı devam ettiriyorum.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir