Muhammed Altun, İslami Bir Değer Empati Kitabı Söyleşisi

Son zamanlarda kitapseverlerin elinde sıklıkla gördüğüm Muhammed Altun tarafından yazılmış ve yazarın yüksek lisans tez çalışması olan “İslami Bir Değer Empati” kitabı üzerine yazarıyla bir söyleşi gerçekleştirdik. Söyleşide, kitap içeriği ve güncel konular üzerinden yaptığımız sohbetin sizlerin de ilgisini çekeceğini düşünüyorum.

Kitapcafe: Muhammed bey öncelikle görüşmeyi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. –
Bana günümüz din kültürü öğretmenlerinden farklı bir izlenim verdiniz. Katı kuralları olmayan, hayatın her yanını gülümseyerek kucaklayan ve dinini gerektiğince yaşayan biri. Gerçekte de Muhammed Altun böyle midir?

– Teveccüh gösterdiğiniz için ben teşekkür ediyorum. Aslında katı kurallarım var insanî değerler, erdemler ve inancım noktasında. Her şeye saygı duyan, pesimist ve geniş biri değilim. Toplumu, bireyi ve tabiatı bozan -velev ki modernizm, ilericilik, uygarlık adına olsun- hiçbir çirkinlik, kötülük ve zararlı şey saygıyı, hoşgörüyü hak etmez kanaatimce. Kime, neye göre çirkinlik, kötülük ve zararlı? Elbette evrensel kabullere ve (tabi bir Müslüman olarak tüm evrensel insanî değerleri içinde barındırdığına ve hatta bunlara en üst derecede form ve değer verdiğine inandığım) İslâm’a göre. Ama bağnaz biri de değilim. Yargılama makamında hiç değilim. Biz insanların hata yapma payını da hesaba katarım çoğu zaman. Çünkü ifade ettiğim o kabul edilemez şeyleri, herkes gibi yapma ihtimal ve potansiyelim var. Yine de bu hakikati söyleme, iyilik ve güzelliği tavsiye etme noktasında sorumluluklarımdan beni alıkoymamalı. Hayatı gülümseyerek kucakladığım gibi hayatı hüzünle de kucaklarım. Dindarlığıma gelince; dinimi gereğince yaşamıyorum. Ama dünya hayatının tüm ayartıcılığına ve nefsime rağmen bunun için çabalıyorum. İtiraf etmeliyim ki bu konuda endişeliyim ve korkuyorum; çünkü ebedî hayatım söz konusu.

Kitapcafe: Çanta vb. yapımı gibi uğraşlarınız var ve ilginç geldi. Bir yandan da Peygamberleri ve eski din alimlerini anımsattınız. Her biri dini görevleri olmasına rağmen, aynı zamanda da bir meslek veya uğraşı sahibi idiler. İslamiyet’te bunu neyle açıklarız? Empatiyle bağlayacak olsanız ne dersiniz?
Estağfirullah! Sanat ve zanaatların birçoğuna ilgim, bazılarına da yeteneğim var. Birçok şeyle uğraştım, bazılarıyla hala uğraşıyorum. Bu uğraşların kesinlikle tedavi edici, ruhun ve bedenin hatta aklın bir arada, uyum içinde devamı hususunda motive edici rolü var. Eh tabi bu uğraşların ekmek kapısı, teknesi olma yönlerini de unutmamalı. Hayatın ne getireceği bilinmez. Kolda altın bilezik misali. Evet, peygamberlerin ve din büyüklerinin de meslekleri, kollarında altın bilezikleri vardı. Kula muhtaç olduğunuzda kula göre eğilip bükülebilirsiniz, doğrulardan ödün verebilirsiniz. Böyle bir durumda da topluma yön veremezsiniz. Çünkü toplum size itibar etmez. Minnet altında olmak, iradenizi, kalbinizi, dilinizi, doğruluktan saptırabilir. Dinimizce ellerinin nasır tutmasına, kanamasına aldırmadan ekmeğini taştan çıkarmak başkasına el uzatmaktan evladır. Bildiğimiz kadarıyla peygamberlerin çoğu hayatlarının bir döneminde çobanlık yapmıştır. Bir çoban sürüsünün her şeyiyle ilgilenir. Bu kişiye sorumluluk bilinci ve empati becerisi kazandırdığı gibi kişinin kalbini yumuşatır. Çocukların ve yetişkinlerin evlerinde, bahçelerinde hayvan beslemelerini, bitki yetiştirmelerini tavsiye ederim deyip mevzuyu empatiye getirmiş olayım.

Kitapcafe: İslam Dininde birçok konu başlığı varken neden empati? Kişisel gelişim ve psikolojinin popüler konularından biridir “Empati”. Sizin bu konuyu seçmenizin başlangıcı nedir?
Psikolojiye, lisede psikoloji dersi aldığımdan beri ilgim var. Üniversite bölüm tercihlerimden bir kısmı psikoloji ve PDR idi; ancak İlahiyat kısmetime düştü (hiç pişman değilim). Fakülte yıllarında aldığım formasyon derslerinin yanısıra Din Psikolojisi dersi bu alanla ilgimi ve ilişkimi hep canlı tuttu. Yüksek lisansa başladığım zamanlarda Ankara Üniversitesi’nde henüz Din Psikolojisi kürsüsü olmadığı için ve tabii sevdiğim için Din Eğitimi alanını seçtim. Disiplinler arası bir tez çalışması (Eğitim-psikoloji; Din Eğitimi- Din Psikolojisi) yapmamın psikoloji ile olan bağımı akademik boyutuyla da güçlendireceğini düşündüm. Henüz ilgi odağı olmuş ve pek çalışılmamış empatiyi böyle seçtim. 12 yıl önce cidden empati üzerine çok az kaynak vardı ve ulaşabildiğim ne kadar kitap, makale varsa hepsinden faydalanmaya çalıştım. Tezim belki hala alanındaki tek çalışmadır.

Kitapcafe: Kitabı okuduğumda tezi aynen yansıtmışsınız. Tez basamakları olmasa, hatta yazım stili “times new roman” olmasa idi diye düşündüm. Kitaplar resmiyete büründükçe, içeriği ne kadar dolu ve faydalı bile olsa okunurluğu azalıyor. Hele de başlangıçtaki sayfalarda ayrıntılı verilen tanımlar ve diğer teknik bilgiler, ısrarlı olmayan bir okuyucunun kitabı yarım bırakmasına sebep olabilir. Oysa asıl iş kitabın diğer bölümlerinde. Özellikle bilim çevrelerince okunmasını hedeflediğiniz bir kitap ise bu içerik tamamdır, ancak herkesin okumasını istediğiniz bir kitap ise yorucu bir içeriğe sahip. Sizin istediğiniz neydi?
Her şeyden önce bu akademik bir çalışmadır. Dolayısıyla üslup, dil ve diğer unsurlar akademik kriterlere uymak zorunda. İfade ettiğiniz olumsuzluklara katılıyorum. Yine de yayıncımla görüştüğümde tezi aynıyla basma konusunda ısrar ettim. Çünkü bu bir tez. Bilirsiniz bir şeyi dönüştürmek, değiştirmek ilk kez yapmaktan daha zordur. Bir pantolonu eteğe dönüştürmek kadar zordur. Bu zorluğun altına girmeye gerek olmadığını düşündüm. Çünkü yazmak istediğim başka şeyler var. Zaman ve gayretimi yeni şeylerde değerlendirmek heves ve heyecanıyla doluyum. Çok az şanslı tezden biridir aslında tezim. Sadece ismi değiştirilerek ve kısa bir editöryel çalışmanın ardından kitap olup okurlarla buluştu. Umudum o dur ki empatiyi İslam ve din bağlamında çalışacaklara küçük bir pencere açsın ve daha kapsamlı, nitelikli çalışmalara vesile olsun bu kitap.

Naçizane şöyle bir öneride bulunabilirim kıymetli okurlara: Akademik metinleri sıkıcı bulanlar Giriş kısmındaki Eğitim ve İletişim başlıklarını atlayarak kitaba başlayabilirler. Daha sonra dilerlerse bu iki başlığa dönebilirler. Özellikle İletişim başlığına.

Kitapcafe: Tezinizde sadece Kur’an ve Hadisler olabilirdi veya sadece Kutadgu Bilig. Neden ikisi bir arada bu çalışmada yer aldı? Türk İslam Kültüründe birçok kaynak ve alim varken, neden sadece Yusuf Has Hacib?
Kur’an ve Sünnet temel kaynaklarımız. Ancak İslâm’ın bu iki kaynağından beslenmiş birkaç örnek eseri daha incelemek gerektiğini tez danışmanı hocam ifade edince Mevlana’nın Mesnevisi ve bazı mutasavvıfların kıymetli didaktik eserleri aklıma geldi. Ancak zamanın kısıtlılığı ve birçoğunun çeşitli araştırmalara konu olması beni daha az bilindik Kutadgu Bilig’e yöneltti ki bu eser de tez danışmanı hocamın önerisidir. İyi ki Yusuf Has Hacip olmuş diyorum. Çok şey öğrendim. Kutadgu Bilig’in empati açısından incelenmesi de bir ilktir. Sanırım tez hala bu noktada da tektir.

Kitapcafe:”İslami Bir Değer Empati” başlığında sanki “empati” sadece İslama özgü bir değer gibi algılanabiliyor. Oysa farklı kültür ve inanışlarda da “empati” var. Başlık neden bu cümleyle yazıldı?
Elbette, empati insanî bir değerdir ve her inanç, insanın bu değerle kuşanmasını öğütler. Ancak İslam gerek inanç, gerek ibadet ve gerekse ilişkiler, sosyal hayat bağlamında bu ahlâkî yaklaşımı özgün bir şekilde ortaya koyar. Dahası dejenere olmamış insanî olan her şey İslâmîdir. Haddizatında İslam tüm emir ve yasaklarıyla “beşer”i yaratılmışların en şereflisi “insan”a terfi ettirmeyi, dönüştürmeyi hedefler. Diğer bir husus da şudur: “Dinî/ Ahlâkî Bir Değer” şeklinde bir başlık da pekala olabilirdi. Ancak bu iki kavram çok geniş. İster istemez hangi din, hangi ahlâk sorusu gündeme gelecekti. Okur, kitabı açtığında içeriğin tamamen İslâmî bir bakış açısıyla ele alındığını gördüğünde isim ve içeriğin birbirini tamamen kapsamadığını fark edecekti. Bu da şüphesiz okuru aldatmak olurdu.

Kitapcafe: Evet, bu noktada haklı olabilirsiniz. Devam edelim.

“Sonsuz ikram sahibi olan Allah, kuluna ikramda bulunur. Allah’ın bu ahlâkı fiili Kur’an’da “Rezzak” ismiyle tesmiye edilmiştir. İnsanın bu ikram karşısındaki olumlu tepkisi ‘şükür’, olumsuz tepkisi ise ‘nankörlük’ şeklinde ortaya çıkar. Allah ile insan arasındaki bu karşılıklı ‘etki-tepki’nin sosyal ilişkilere ve diğer canlılarla olan ilişkilere yansıması da ‘cömertlik’ ve ‘cimrilik’ tutumlarıyla tezahür eder.”
Paragrafını okuduğumda sanki Allah ile aramızda bir alışveriş olduğu düşüncesini verdi. O bize verir, bizim ona verdiğimiz karşılık aynı zamanda diğer canlılara verdiğimiz karşılık. Cömert insan , ikram ederek şükrünü göstermez mi? Cimri ise Allah’ın verdiğini saklayarak “nankörlük” etmiş olmaz mı?
Allah ile insan arasında bir alışveriş değil, karşılıklı bir iletişim ve ilişki var aslında. Kur’an’da Tevrat’taki gibi Rab ile kul arasında bir pazarlık da söz konusu değil. Elbette şükrün ve nankörlüğün çeşitli ifade biçimleri var. İfade ettiğiniz gibi kul şükrünü, cömertlik yaparak da gösterir. Diğer canlılara cimrilik yaptığında da hem Allah’a kulluğunda cimrilik etmiş olur hem de verdiği nimetlere karşılık nankörlük etmiş olur.

Kitapcafe: “Allah’ın Ahlakıyla Ahlaklanmak”, aynı zamanda kulun Allah ile empati kurması mıdır? Şüphesiz kul, Allah’ın yerine kendine koyamaz, ancak O’nun bizden beklediğini anlayıp ona göre hareket etmesi de bir empati değil midir?
Ontolojik, yaradılış olarak insan ile Allah arasında empatik bir ilişki mümkün değildir. Çünkü Allah aşkın/müteal bir varlıktır. Yine aynı bağlamda bir bitki veya hayvan da insanla empati kuramaz. Çünkü empati bilinç ve idrak gerektiren bir yaklaşımdır yani tamamen insanîdir. Ama insan bir bitki veya hayvanla empati kurabilir. Çünkü bu canlılarla aynı yaşam formunu paylaşıyoruz ve bilinç, duygu, idrak ve eylem noktalarında onlardan üstünüz. Allah da bizden her yönden üstün ama O’nunla aynı yaşam formunu paylaşmıyoruz. Ama aynı yaşam formunu ve dünyayı paylaştığımız ıslanmış, üşüyen bir kedinin yerine kendimizi koyabiliriz. Bizi ona merhamet duymaya, elimizi uzatmaya iten saik budur. Halden anlamayan biri o halin çaresine nasıl baksın?

Kitapcafe: Mesel ve Kıssaların tanımını birçok kez okudum ama anlamakta güçlük çektim. Kısslar geçmiş zamanda olan olaylar, meseller ise olamamış ama benzetim yapılmış olay ve durumları mı tanımlıyor? Bana en basit haliyle tekrar anlatır mısınız? Okuduğumuz kitaplar kıssa mıdır? Kişisel gelişim kitapları mesel midir?
Aslında Kıssa ve Mesel, Kur’an-ı Kerim’e has ya da Kur’an’la birlikte özel bir bağlam ve anlam kazanmış iki kavramdır. Kur’an kendinden önce kullanılan kelimelere özel anlamlar yüklemiştir, yani aslında Arap dilini dönüştürmüştür bir bakıma (Bu konuda iki kitap önerebilirim: Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar/Kur’an’da Allah ve İnsan -Toshihiko İzutsu). Dolayısıyla Kıssa, Kur’an’da ismi geçen şahısların yaşadıklarının anlatımıdır. O yüzden biz Hz. Musa Kıssası deriz de Hz. Ömer kıssası demeyiz. Yine Kur’an bağlamıyla Mesel, yaşanma ihtimali olan (yaşanmış olabilir, yaşanmamış da) ibret verici, örneklik teşkil eden, ders veren, benzetme unsurları içeren olayların anlatımıdır. “Hz. Musa (a.s.) Firavun’un sarayına gitti.” diye başlayan bir anlatım kıssadır. “Adamın biri bir gün kralın huzuruna çıkar.” şeklinde ifade bulan olay örgüleri meseldir. Bu minvalde, hikayeler, romanlar ve bir olay ve hayali şahıslar örgüsüyle işlenmiş kişisel gelişim kitaplarının ihtivası mesellerden oluşmuştur diyebiliriz. Ancak şu bizi yanıltmasın: Tarihte aynıyla yaşanmış gerçek olaylar Kıssa olarak tabir edilemez. Özel anlamıyla, bir anlatımın Kıssa olarak ifade edilmesi için Kur’an’da ifade bulmuş olması ve gerçek, tarihi bir şahsiyetin kaşından geçmiş olması gerekir. Ancak bu iki kelimenin Kur’an’a özgü şeklinin dışında bugün hem Arapça hem de Türkçede kullanılmaktadır.

Kitapcafe: Sayfa 57’de yaptığınız açıklamaya göre okuduğumuz metinlerdeki kişi ve olayların yerine kendimizi koymak “teoride empati” yani kontrollü empatidir. Çünkü geri bildirim yok. Peki kişi okuduklarından yola çıkarak benzer durum ve kişilerle karşılaştığında, kitapta kurduğu empatiyi “pratiğe” aktarmış olmuyor mu? Hala kontrollü empati midir?
Şöyle açıklamakta fayda var: Oruç kontrollü empatiye yönelten bir ibadettir. Çünkü oruç tutmamızın bir nedeni, amacı da kendimizi yiyecek ve içeceklerden yoksun ve yoksul kişilerin yerine koymaktır. Yani oruç ibadetiyle empati bizim kontrolümüzde gerçekleşiyor. Dolayısıyla hasbelkader izlediğimiz bir film, okuduğumuz bir kitap veya şahit olduğumuz bir olay esnasında ya da sonrasında (belki de kendiliğinden) kurduğumuz empatiden farklıdır. Bir an kendimizi ağlarken ya da gülerken bulabiliriz. Şu da var: bir öğretmen öğrencilerine “Şu filmi izleyin veya şu kitabı okuyun. Ardından seçtiğiniz bir karakterin, kahramanın yerinde olsaydınız ne yapardınız? Bununla ilgili bir kompozisyon yazınız.” deyip bir ödev vermiş olsa, öğrenciler doğrudan “kontrollü” empatiye yönlendirilmiş olur.

Kitapcafe: Kitapta eğitimle ilgili uygulama örnekleri vermişsiniz. Bunlar tezin içeriğinde var mıydı yoksa kitaplaştırılırken mi koydunuz?
Evet vardı. Hatta yıllar sonra öğretmen olduğumda girdiğim bazı sınıflarda bu örnekleri uyguladım.

Kitapcafe: Eğitim demişken “Muhammed nasıl bir öğretmen?” diye sorayım…
İtiraf etmeliyim ki zor, sevimsiz, disiplinli, bu yüzden de zaman zaman öğrenciler, veliler nadiren de olsa idare ile anlaşamayan, çok az öğrenci tarafından, çok az sevilen bir öğretmenim. Anlaşamamam akademik nedenlerden dolayı değil. Edep, görgü, saygı, empati ve daha bir çok bizi biz yapan değerler noktasında dejenere olmuş bir topluma dönüştüğümüzü düşünüyorum. Böyle bir toplumun aynası sınıflarda öğretmenlik yapmak çok güç. Dinlememeye tahammül edemiyorum mesela. Dinlemeyen biri çok kolay suizanda bulunabilir, üzebilir, kırabilir, yaralayabilir ve hatta öldürebilir. Birbirini anlamak, kabul etmek ve anlaşabilmek dinlemekle olabilir ancak. Bu konuda mustaribim malesef. Sözün özü “kötü” polisim. Düzelmemizi umut ediyor ve diliyorum. Harika öğrenci ve velilerimin olduğunu da söylemeliyim. Durum vahim ama ölümcül değil henüz.

Kitapcafe: Ortaokuldaki Din kültürü öğretmenimin hakkını yemeyeyim, dersini çoğunlukla oyunla, espiriyle, tekerlemeyle, sevgiyle anlatırdı. O zaman verdiği bilgileri hala hatırlıyorum. Din kültürü derslerinde ise drama pek karşılaştığımız bir uygulama değil. Öğretmenler ve öğrenciler için bu ders ciddiyet yüklü. Sizin örneklerinizi de görünce Din kültürü öğretmenleri neden daha etkili, öğrenci odaklı bir öğretim yapmıyorlar diye sormak istiyorum.
Bu, hem öğretmenin mesleki yeterlilik, yetkinlik ve heyecanıyla hem de okul ve sınıfların fiziki koşulları ve imkanlarıyla ilgili. Lavabolardan bozma -afedersiniz- daracık ve kalabalık sınıflarda ders işlenebiliyorsa şükretmeli.

Kitapcafe: Sayfa 65,66,67,68 de dile getirdiğiniz ayetleri empatik açıdan değerlendirdiğimde “kişinin amacı ister cehennemden uzak olmak olsun, isterse cennete yakın olmak; gideceği yol aynı yol değil midir?
Yollar cennete çıkıyorsa ve bu yol empati ile inşa ediliyorsa evet aynı yoldur.

Kitapcafe: Sayfa 69’da cehennem ile ilgili olumsuz duygular sonucunda kişi umursamaz veya inkarcı bir yönelimde bulunabileceğine dair bir açıklamanız var. Bunu açar mısınız? Öğrenilmiş çaresizlik bu durumu tanımlar mı?
Bu, hür insan iradesiyle ilgili bir gerçek. İnanmıyorsa umursamaz tabii ki. Ama inandığı halde umursamıyorsa bunun nedenlerden biri nefsin istek, heves ve bağımlılıklarını bırakmada isteksizlik söz konusu olabileceği gibi öğrenilmiş çaresizlik de olabilir.

Kitapcafe: “Yeryüzünde gezip dolaşın” ayeti gereği dünya turuna çıkan, farklı kültürlerle tanışan insan aslında bir nevi ibadet de mi yapmış oluyor? Yoksa bu yolculukları yaparken, niyet mi önemli?
Niyet, taşı pırlantaya, pırlantayı da taşa çevirir. Bir değişiklik olsun, tatil ya da alışveriş maksadıyla yerine getirilen hac veya umre ne derece ibadet olarak kabul görür Allah katında? Ama zikrettiğiniz ayetlerin hakikatine erişmek adına çıkılan uzun veya kısa her gezi, seyahat ibadet hükmündedir. Niyet amellerin simyasını değiştirir. Alelade amelleri ibadete dönüştürür.

Kitapcafe: Tarihi yerleri gezerken, eski zamanlarda yaşayan insanları düşünerek kurduğumuz empati de “kontrollü” müdür?
Evet ve bu harika bir deneyimdir. Yıllar önce Efes antik kentini ziyaret ettiğimde bunu çok derinden tecrübe etmiştim. O gün bu gündür hangi tarihî şehre, mekana gitsem kendimi empatik bir yaklaşım içinde, o yer ve mekanların sabık sakinleriyle köprü kurmuş olarak bulurum kendimi.

Kitapcafe: “Kendini bilen Rabbini bilir.”, “Kendini tanıyan, dolayısıyla kendisi gibi yaratılan diğer insanları da tanır.” İnsan en çok kendi mi yabancıdır? İmanda, İnsan ilişkilerinde ve iletişimde zayıflığın nedeni bu mudur?
Kesinlikle bu böyledir. Duyamayan biri müziğe, göremeyen biri renklere yabancıdır. Şarkı söylemek, resim yapmak imkanı olmaz bu durumlarda. Kendinin, yaptıklarının, dünyada olup bitenlerin farkında olmayan kişi yabancı değil “yedi yabancı”dır aslında. Bir olaya, bir duruma “Fransız kalmak” tam da böyle bir şeydir. Bu yüzden insanlarla ve tabiatla empatik bağlarımız çok zayıf.

Kitapcafe: Günümüzde insanlar bir arayış içindeler. İnsanların kendine yabancıllığı ve kendini tanımaya olan merakı sebebiyle kişisel gelişim kitaplarına yoğun ilgi var. Biz neyi kaçırıyoruz acaba? İnsan kendini kaç kitapta tanıyacak? “İkra” ilk emir. İnsanın kendini bulacağı doğru yer kitaplar mıdır? “Oku” dan kastedilen aynı zamanda kişinin kendini okuması(tanıması) mıdır?
Kitaplar, doğruya ulaşmanın, kendini bulmanın araçlarından biridir sadece. Oysa gözün okuması, kulağın okuması da vardır. Gözün okuması görmek, seyretmek, kulağın okuması dinlemektir. Bu nedenle “İkra!” emrini salt fiziki bir kitap okuma eyleminden daha geniş, daha kapsamlı tasavvur etmek gerekir. Çoğu Batı veya Uzak Doğu menşeli olan kişisel gelişim kitaplarına mesafeli olduğumu belirtmeliyim. Birçoğunun havada kaldığını, yapay ve yavan olduğunu, bize uymadığını ve hatta yazarına bile katkıda bulunmadığını düşünürüm. Ancak Doğan Cüceloğlu ve Üstün Dökmen’in kitaplarının istisna olduklarını ifade etmeliyim (mutlaka başka yazarlar da vardır ama ben sadece bu iki kıymetli insanı biliyorum sadece). Cüceloğlu ve Dökmen’in kişisel gelişimimdeki olumlu etkilerini inkar edemem. Yazdıklarını başucu kitapları olarak görürüm. Elbet evrensel hakikatler barındırıyorlar çoğu popüler olmuş kişisel gelişim nevinden kitaplar. Ancak her ilaç her bedende aynı tedavi edici etkiyi bırakmayabilir. En muazzam ve etkili kişisel gelişim kitabı Kur’an-ı Kerim’dir. Çünkü o Şifa’dır. Bir Müslüman olarak Kur’an’ın ve gerçekten Kur’an’dan beslenen kitapların kişiyi zihinsel ve ruhsal yönlerden geliştireceğine inanıyorum.

Diğer yandan ise ibadet ettiği halde mutsuz olan, her şeyden şikayet eden bir kesim de var. Bu iki grubun ortak noktaları nelerdir? Neyi arıyorlar ki bulamıyorlar?
Kendimi de katarak söylemeliyim: Kendimizi arıyoruz. Kendimiz ipin ucuyuz. Ortada birbirine dolaşmış bir ip yığını var. İpin ucunu bir bulsak düğümleri çöze çöze, kimi zaman koparıp tekrar uçları birbirine bağlayarak ipi sarmayı başarabiliriz. Bu aslında çok yorucu, sabır ve emek gerektiren bir iş. İbadet meselesine gelince; Ameliyat sonrasında bir hastada çeşitli komplikasyonların ortaya çıktığını düşünelim. Daha sonra çeşitli tetkiklerin yapıldığını varsayalım. Bunların sonucunda görülüyor ki doktor ameliyat bölgesinde bir şey unutmuş, ya da bir damar veya organın bedenle irtibatını sağlamadan veya yeterince ameliyat yerini temizlemeden kesiği kapatmış. Kesik veya o organ enfeksiyon kapmış. Kanımca ibadetlerimize bir takım dünyevî şeyleri bırakarak tamamlıyoruz ya da alelacele, ibadetin Allah ile irtibatını sağlayan manevi bağları bağlamadan bitiriyoruz ibadetleri. Tabii ki bu durumda ibadet amacına ulaşmamış oluyor.
Her şeyden şikayet, tatminsizlik ve memnuniyetsizlik ise Hümanizmanın insanlığa bir hediyesi. Hümanizm insanı tanrılaştırdı. Antik Yunan tanrılar dünyası gibi günümüz dünyası da bir tanrıcıklar dünyası ve tanrıcıkları memnun etmek imkansız. Cünkü her tanrıcık kendisinin tek, ayrıcalıklı, güçlü olduğuna inanıyor. Bu tanrıcıkların doymak bilmeyen egoları ve bitmek bilmeyen, dahasını isteyen bir haz, iktidar ve hırs mücadeleleri var.

Kitapcafe: Bağışlamanın öneminden bahsetmişsiniz. Bunu başarmak gerçekten zor. Bir de karşı tarafı anlayarak affetmek daha zor. Karşı tarafı anlamadan, anlayış göstermeden affetmek “dilde” kalan bir bağışlama olmaz mı?
Evet çok zor. Ancak biz yine de zahire bakarız. “Affettim” denmişse bitmiştir. Affettim demişse biri anlamıştır da.

Kitapcafe: Ben öğrencilerime öğrettiklerimden ötürü Allah’a vereceğimden hesaptan dolayı endişeliyim. Vicdan noktasında da kendimi, öğrencilerimin hakkına giriyor muyum, yapmam gerekeni yapıyor muyum, diye sıklıkla sorguluyorum. Sizin durumunuz daha hassas. Allah ve inanç noktasında öğretim yapıyorsunuz. Yazdığınız tez de bu yönde. Sizin, öğrencilerinize yönelik endişeleriniz var mıdır?
Bu endişe beni hiç bırakmıyor. Onların iradelerine sahip çıkan, sorgulayan ve doğru bilgilerle donanmış bireyler olmalarına gayret gösteriyorum. Onların iman etmelerini garanti edemem. İman nasip işi ve onların kalplerini hidayete açık tutmalarıyla ilgili bir durum bu iman meselesi. Hz. Nuh’un (a.s.) oğlu, Hz. İbrahim’in (a.s.) babası iman etmemiş peygamber ailesinden bireyler. Böyle bir gerçeği de aklımdan çıkarmayarak onlara doğruyu ve hakikati anlatmak için çabalıyorum. İnanmamayı tercih etseler de öğrencilerim (ya da herkes) kendileri gibi düşünmeyen ve inanmayanlara saygı göstermelerinin gerekliliğini farkında olmaları şart. Bu farkındalık bilincini onlara kazandırabilirsem görevimi yerine getirmiş olduğuma kani olabilir, vicdanen rahat edebilirim.

Kitapcafe: “Savaşta bile empatik olmak”, empati olsaydı savaş olur muydu?
Savaş kaçınılmaz. Siz savaş taraftarı olmasanız da mutlaka birileri sizin maddi ve manevi bütünlüğünüze, değerlerinize, sevdiklerinize saldırabilir ve bu durumda siz tüm bunları korumak adına savunmaya geçersiniz yani savaşırsınız. İstemeden de olsa girdiğiniz bu durumda insanlığınızı lekelemeden, makul ve kararınca, karşı tarafın zorbalığını durdurmak için empati ile hareket etmelisiniz. Yoksa haddi aşmaya meyilli nefis yapılan fenalıkları fazlasıyla ödetme peşine düşer. Empati bu noktada nefsi haddi aşmada durduran güçlü ve etkili bir dizgindir.

Kitapcafe: Bütün inanç ve değerlere saygılı olmaktan söz etmişsiniz. Arakan, desem nasıl yorumlarsınız?
-Onların (Mynamar’ı yöneten siyasilerin, Budist ruhbanların ve Budist halkın) başka inanç ve değerlere saygı duymadıkları, dahası, farklılığı bir tehdit ve bu farklılığın yok edilmesi gerektiğini düşündükleri muhakkak. Üstelik Budizm öğretilerine rağmen. Biz dinimizin bize emrettiği gibi tabii ki yine farklı inanç ve değerlere ve bunları yaşama gayretinde olanlara saygı duymaya devam edeceğiz. Myanmar’ın Arakanlılara reva gördükleri vahşetten dolayı yeryüzündeki tüm Budistleri kara listeye ekleyip rövanşını alma gayretine de düşemeyiz. Uluslararası kurum, kuruluş ve örgütler öncelikle buna müdahale etmekle yükümlüler. Müslüman halklar ve tüm değerleriyle insanın varlığını devam ettirme hakkına sahip olduğunu kabul eden sağduyulu başka inanç mensuplarının oluşturduğu toplumlar, acil müdahale noktasında ifade ettiğim kurum ve kuruluşlara ve kendi yönetimlerine baskı yapmakla mükelleftir.

Kitapcafe: “Kul hakkı” ve “empati”. Kibir, gıybet, hoşgörüşsüz olmak gibi olumsuz ahlaki özellikler aslında empatik olmayan haller ve üstelik her biri kul hakkına giriyor. Bunlar büyük günahlar aynı zamanda. Empati yapan kişi kul hakkından da korunuyor. Doğru mu anladım?
Kesinlikle doğru. Ancak empatik yaklaşım bu yönde eylemlere yöneltmeli bizi.

Kitapcafe: Bir arkadaşım zamanın birinde bana “ sen, ben gibi insanlar başkalarını mutlu etmekten mutlu olduğumuz için bir nevi benciliz” demişti. Sizin egoist ve diğerkam yardımseverlik anlatımınız bu konuşmayı hatırlattı bana. Peki Hz. Muhammed nasıl bir yardımseverdir, egoist mi, diğerkam mı? (Üstün Dökmen hocama da selam olsun buradan)
Her ikisi de. Bazen vicdanımı rahatlatma adına (bunu sonradan farkediyorum), ama çoğunlukla diğerkam bir güdüyle, katıksız bir merhametle yardım ediyorum. Kendimi tahlil ettiğim kadarıyla ikinci saik benim için daha güçlü diyebilirim. Bunu övünmek için söylemiyorum. Çünkü övünülecek bir durum değil aksine insani bir yükümlülük. Ama egoistçe de olsa yardım etmekten, el uzatmaktan uzak durulmamalı. Çünkü bizim egoizmimize ya da diğerkamlığımıza bakmaksızın yardım bekleyen milyonlarca insan var.

Kitapcafe: Empatinin vicdan boyutunda ikiye ayrımından bahsedelim biraz da. Otoriter vicdanın temelinde korku mu vardır? İnsancıl vicdan ise daha içsel bir olguyu mu temsil eder?
Evet, otoriteye ve yaptırımlarına karşı bir korku, bir çekinme söz konusu. İnsancıl vicdan ise insani değerleri içselleştirmiştir. Yukarıda ifade ettiğim yardım konusundaki yaklaşımın aynısıyla şunu söylemem lazım: Hangi vicdan bizi yönlendiriyorsa bırakalım yönlendirsin. Yeter ki bir vicdanımız olsun.

Kitapcafe: Kur’an, baştan sona kadar aslında iyiliği ve Allah’ı anmayı emrediyor. İnsanlara, hayvanlara iyi davranacak, şükredecek vb. Özünde bunlar var. Kul bunları yaparsa ödül alacak, yapmazsa ceza alacak. Bu kadar basit. Peki, Müslümanlar dahil olmak üzere Kur’an’a karşı neden bir çekince vardır?
Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar diyeceğim bu hususta. Kur’an, doğruları bir bir bize bildiriyor. Bu da keyfimizi kaçırıyor. Keyfimizi kaçıran şeyleri en basit şekliyle görmezden geliyoruz. Daha vahim olanı ise inkar. Ama çekince hususuna odaklanacak olursak şöyle açıklama makul olabilir: nefsimiz arzularla dolu. Öte yandan ruhumuzun da arzuları var. Fakat bu arzular birbirinden farklı şeylere yönelik. Ruh ve nefislerimizle bir bütün olarak biz, bu farklılıkların yüksek gerilim hattındayız ve ister istemez bir çatışma, galibiyet mücadelesi söz konusu oluyor ruhla nefis arasında. Bir ipte iki cambaz olmaz misali birini ipten atıyoruz ve çoğu zaman tercihimizi ruhun ipten atılması yönünde kullanıyoruz.

Kitapcafe: Sayfa 105’te “Hz. Peygamberin inanç, düşünce, davranış ve hedeflerine yön veren, bunları belirleyen Kur’an’dan başka bir şey değildir.” ifadesi yer alıyor. Birçok kaynakta Hz. Peygamber ve Halifelerin hadislerin kaydına izin vermedikleri, çünkü tek kaynağın Kur’an olmasını istedikleri belirtilmektedir. Allah bir, Kur’an bir, Peygamber bir (son peygamber) iken 4’ten fazla mezhep, bunlara bağlı bir dolu cemaat ve tarikat var. Allah bir, Peygamber bir ve Kitap da bir olduğu halde, bunca mezhep, tarikat vb. neden kendi içlerinde farklı görüşleri savunurlar. Neden bölünme vardır? Kaldı ki Kur’an da bu konuyla ilgili çok açık bir ayet de bulunmakta iken.
Mezhepler, ilkeler noktasında bir, uygulamalar noktasında farklılıklar gösteriyor. Bu konuyu anlamak veya anlatabilmek için İslam Hukuku Metodolojisi ile ilgili bir bilgi ve anlayış altyapısına bilgi sahibi olmak gerek. Yine de sade bir şekilde şöyle yaklaşılabilir: Mezhepler bir okulun sınıfları gibidir. Hepsi farklılıklar gösterse de o okula aittirler ve o okulu temsil ederler. Mezhepler dinin yaşanmasında kolaylık sağlar. Şehir hayatı yaşayan bir Müslümanın Hanefi mezhebini seçmesi, kırsal kesimde yasayan birinin Şafi olması dinin pratiği açısından bir kolaylıktır. İtiraz edenler olabilir ama yine de şu örneği vermek isterim: Hanefi mezhebine göre vücudunuzun herhangi bir yerinde bir kesikten dolayı meydana gelen kanama abdestinizi bozar. Velev ki küçük bir kesik ve kanama olsun. Mamur bir şehirde her zaman su bulmak kolaydır. Ve dolayısıyla çok rahat bir şekilde abdestinizi yenileyebilirsiniz. Ancak dağlık, çöllük veya suyun az veya suya ulaşmanın meşakkatli olduğu kırsal bir bölgede abdesti yenilemek zordur. Zorluklar zamanla insanı soğutabilir, tembelleştirebilir. Böyle bir coğrafyada Şafii mezhebine göre amel etmek daha uygundur. Zira din kolaylıktır.

Cemaat ve tarikat konusu beni aşar. Yine de haddim olmayarak şu önemli hususu izninizle ifade etmek isterim. Cemaat ve tarikatler, özgür irade ve aklınızı kullanmanızı engellemedikleri ya da sizi diğer canlılardan ayırt eden bu iki Allah vergisi nimet ve istidadı, altın kasede o cemaat ve tarikate sunmadığınız müddetçe bir cemaat veya tarikate intisab etmenizde sakınca yok. Hatta dini yaşama noktasında sizi motive de edebilir. Ama şunu da sormak isterim: Hesap gününde, yaptığınız bir eylemden dolayı hesaba çekildiğinizde, yapma nedeninizi bir cemaat ya da tarikatin önderini, yönlendirmesini ve fikrini referans göstererek açıklamanız, mazeret göstermeniz sizi kurutarabilir mi, bu gerekçeniz Allah tarafından kabul edilir mi?

Kitapcafe: Rivayetlere göre Hz. Muhammed (S.A.V), kervanıyla giderken yavrularını emziren bir köpek görür ve köpekleri rahatsız etmemek için kervanın yolunu değiştirir. Bu sadece hayvanseverlikle açıklanacak bir durum değil bana göre. Aynı zamanda empati değil midir?
Buna benzer bir çok rivayet var. Peygamber efendimizin (s.a.v.) bu minvaldeki yaklaşımları empatiktir diyebilirim. Çünkü empati ahlaki bir değerdir ve Rasulullah (s.a.v.) ahlakın en güzel örneğidir.

Kitapcafe: “Komşusu açken, tok yatan bizden değildir.” Diyen Hz.Peygamberin bu sözünü açıklarken, “komşunun” herhangi birileri olabileceğinden bahsetmişsiniz. Bu yönde açıklamayı ilk kez sizden duydum. Buna göre sokaktaki kimsesizler, dünya üzerinde açlıkla mücadele eden insanlar da bizim sorumluluğumuz, öyle mi?
– Evet, biz sahip olduğumuz güç ve imkanlar nisbetinde sorumluyuz. Bir öğrenci sınıf ve sıra arkadaşından, bir lider liderlik yaptığı topluluktan, toplumdan sorumludur. Yetki ve gücümüz arttıkça bu sorumluluk halkası genişler. Bu nedenle Arakan’a gidemesek de, liderler oradaki vahşeti durdurma noktasında bizi dinlemesler de biz yine de orada ve tabii dünyanın başka coğrafyalarındaki mazlumlardan sorumluyuz. En azından gücümüz nisbetinde bu zulümleri duyurma, yardım kampanyalarını destekleme yolunda sorumluluklarımızı yerine getirebiliriz. Sosyal medya hesaplarımızda, yaşanan insanlık dramlarını paylaşmamız, farkındalık oluşturmamız için çok güçlü ve etkin olmamıza gerek yok. Bu sorumluluğumuzu yerine getirmenin en alt basamağıdır. Şunu da unutmamak gerek: Sorumlu olduklarımız sadece aynı inancı paylaştığımız insanlar değildir. Tüm insanlıktır.

Kitapcafe: Hz. Peygamber, camiide çocuk ağlaması duyduğunda namazı uzatmadan kıldırırmış. Çocuğu annesinden daha fazla ayrı bırakmamak adına. Günümüzde ise imamlardan tutunda cemaate kadar herkes çocuk sesine dahi tahammül edememekte, aileleri çocukları camiiye getirdikleri için azarlamaktadırlar. Nerede Peygamber empatisi, nerede ümmet tavrı?
– Haklısınız. Ancak aileler çocuklarını camî adabı konusunda eğitmeliler. Camî bir ibadet mekanıdır, her şeyden once, sokakta oynar, konuşur gibi davranılamayacağı çocuğa öğretilmelidir. Camîye gidildiğinde ibadet edenler var ise onlara ve ibadetine saygı göstermenin esas olduğu anlatılmalıdır. Hepimiz çocuk olduk. Ben camide koşup oynamayı çok severdim. Nasıl sevilmesin ki! Geniş, temiz ve güvenli bir mekan. Özellikle yaz Kur’an kursu zamanları. Arkadaşlarımla dikkat ederdik tabii. İbadet yapılmayan zamanları kollar ve camideki hiçbir şeye zarar vermemeye çalışırdık. Şükür ki azar işitmedik, kendimize laf getirtmedik ve dışarı atılmadık; biz akıllı yaramazlardık. Camîye gelenlerin, çok küçük yaş grubu çocuklara ve ebeveynlerine karşı biraz daha anlayışlı olmak gerekir. Kızmak uzaklaştırır. Ama münasip bir dille yapıcı uyarı camiye sevgiyle devamı sağlar. Babalarıyla camîye gelen, kah namaz hareketlerini taklit eden, kah sıkılıp tesbihlerle oynayan, yuvarlanan çocukları gördüğümde çok mutlu olurum. Duygulanırım, huzur bulurum. Camîde çocuk sesleri, koşuşturmaları namazı daha hûşû içinde kılmamı sağlıyor, diyebilirim. Yeri geldiğinde, icap ettiğinde dizgini kaçan abartılı gürültü ve koşuşturmalarda çocukları incitmeden güzellikle uyarırım da.

Kitapcafe: Peygamber efendimiz, evinde ev işlerini yapan, eşlerine yardımcı olan, kendi işini kendi gören biridir. Bu kadınlarla da empati kurup onların yükünü azaltma çabasını göstermekte. Oysa günümüz din alimleri de dahil olmak üzere kadına karşı bir köle zihniyeti olduğu görülmekte. Kötü olan ise bunun dinle bağıntısının kurulması. İster istemez de toplumda İslamiyet’te kadının küçültüldüğü inancına sebep olması. Oysa İslamiyet’te kadının çok büyük önemi vardır ve yüceltilir. Peygamber gibi bir örnek varken ümmetteki bu tezat niye var?
Bunun bir nedeni toplumdaki çarpık, çifte standartçı ataerkil yapı olabilir. Şunu da ifade etmeliyim ki sağlıklı ve adil bir ataerkil düzenden yanayım. Bu tabiattaki bir ataerkillik, kadının nahoş durumlarla muhatap olmasını engeller, saygınlığını korumasına, kendini geliştirmesine, gerçekleştirmesine olanak sağlar. Erkek ne kadar kıymetli ise kadın da o kadar kıymetlidir. Erkek ne kadar üstünse kadın da o kadar üstündür ki asıl üstünlük Kur’an’ın ifadesiyle Allah’a yakınlık derecesiyle ölçülebilir. Allah’a kim en yakın onu da ancak Allah bilir. Kadınlar ne kadar bazı şeyleri yapmaktan uzak durması gerekiyorsa erkekler de o kadar uzak durmalı. Yani bir erkek kız kaçırdığında alkışlanıyor, ama bir kız kaçtığında yeriliyorsa orada bir çarpıklık var demektir. Aile ve toplum hayatında iş bölümü esastır. Erkeğin yapabileceği ama kadının yapamayacağı, kadının yapabileceği ama erkeğin yapamayacağı işler vardır. Bu, layık olmak durumundan ziyade yetkinlik ve yeterlilikle alakalı bir durumdur. Sonuçta farklı biyolojik, psikolojik özelliklerle donatılmış, yaratılmış iki farklı cinsiyetten bahsediyoruz. İslam erkeğe de kadına da insani hak ve özgürlüklerini vermiş ve yine her ikisini bu hak ve özgürlükler noktasında sorumlu tutmuş tek dindir. Müslüman kadınlar ve Müslüman erkekler birbirlerinin velileridirler. Gerek aile içindeki eşler, gerek bir organizasyon ya da kurumdaki meslektaşlar, gerekse toplumu oluşturan bireyler olarak kadınlar ve erkekler eşit sorumluluğa sahiptir ve yardımlaşmak, dayanışmakla yükümlüdürler. Bu kısa açıklamalar ışığında ifade edilmelidir ki Müslümanların yapıp ettiklerinden İslam sorumlu değildir. Bu konuyla ilgili son olarak şunu söylemek isterim: Peygamberleri doğuran, büyüten ve ilk eğitimlerini verenler anneleridir. Ve şahsen annem babamdan daha az değerli değildir.

Kitapcafe: Eskiden yöneticiler ata binerdi, halk da binebiliyordu. Şimdi halk taksiye bile binemezken yöneticiler lüks araçlarda şoförleriyle gidiyor. Yusuf Has Hacib günümüzde yaşasa idi, Kutadgu Bilig’ten bize hangi öğüdü verirdi?
– Aslında yöneticiler ile halk arasında imkanlar ve yaşam standartları noktasında eskiden beri farklılıklar olagelmiştir. Bu kaçınılmaz bir durum gibi geliyor bana. Ancak aradaki fark arttığında bu bir soruna dönüşür. Ben sıradan bir otomobile binerken, yöneticinin zırhlı bir araç kullanması beni rahatsız etmez. Hatta aracımın olmaması da bende rahatsızlık uyandırmaz. Beni ancak halkından bihaber, ekmek yoksa pasta yesinler diyen, beni her geçen gün madden ve mânen yoksul ve yoksun olmama neden olan sistemin devamında ısrar eden ve toplumun kimi kesimlerini kayıran bir yönetici rahatsız eder ki, öyle yöneticiler er ya da geç düşmeye mahkumdurlar. Yusuf Has Hacib’in yaşadığı dönemlerde de zalim ve vurdum duymaz yöneticiler vardı. Yani onun zamanı da güllük gülistanlık değildi. Bugün yaşasaydı bu büyük bilgin emin olun eserindeki öğütleri aynıyla verirdi. Hakana, diğer yöneticilere ve halka ne demise, aynı şeyleri yine söylerdi.

Kitapcafe: Muhammed bey, kitabınızdan anladığım, Allah’ın yarattıklarına şükür edip bunları içtenlikle hissedersek başkalarına empati kurabiliriz. Empati kuran insan, kulluğunu da layıkıyla yerine getirebilir.

Sizi uzun ve yorucu sorularla epey yordum. Sabrınız için teşekkür ederim.
Empati kurmak sayısız sorumluluklarımızdan sadece bir tanesi. Elbette dediğiniz gibi hakkıyla empatiyi kuşanmış biri, hakkıyla ve layıkıyla kulluğunu ifa eden bir kul olma noktasında önemli bir adım atmış olur. Yeterli olmayan ama yine de büyük bir adımdır bu.

Sorularınız kemiyet ve keyfiyeti, sizin titizliğinizin, farkındalığınızın bir göstergesi. Dolayısıyla bu kitaba ve yazarına gösterdiğiniz teveccüh; ben bundan dolayı memnun ve mutlu olmakla beraber gönülden müteşekkirim size. Şahsınız ve bu mülakat aracılığıyla kıymetli okurlara da selam ve dualarımı gönderiyorum. Şükür ki varsınız, yolumuz kesişti ve bu söyleşiyi gerçekleştirmek kısmet oldu.

Okur olmazsa yazılanların da pek bir kıymeti olmaz. Dolayısıyla kıymetli okurlara da gönülden bir teşekkür borcum var. Çok teşekkür ediyorum. Şükür ki varlar.

İslami Bir Değer Empati
Muhammed Altun
Ark Kitapları
136 sayfa, 2017

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir