Haluk Oral İle “Şiir Hikâyeleri” Söyleşisi
2016 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü
Profesör Doktor Haluk Oral, İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Matematik Bölümü’nü 1978’de bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisansını tamamladıktan sonra 1989’da Kanada’da Simon Fraser Üniversitesi’nde doktorasını tamamladı. 1990’da Boğaziçi Üniversitesi’nde başladığı matematik hocalığını, emekliliğine kadar sürdürdü. Doğan Hızlan’ın 2001 yılında Haluk hoca için: “Edebiyat Arkeoloğu” tabirini kullanması bütün edebiyat severlerin zihnine kazındı. Şu an Türkiye’nin en büyük imzalı kitap koleksiyonuna sahiptir. Tanzimat Edebiyatı, Servet-i Fünun Edebiyatı, Fecr-i Ati Edebiyatı, Milli Edebiyat, Beş Hececiler, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Yedi Meşaleciler, Garipçiler, İkinci Yeniciler, Toplumcu Gerçekçiler, Maviciler ve Hisarcılardan aklınıza gelen birçok şair ve yazarın imzalı kitaplarından oluşan on binlerce kitabı kütüphanesinde barındırıyor. Yaklaşık 20 yıldır Çanakkale Cephesi’ni araştıran yazarın tarihi kitapları: “Çanakkale 1915”, “Arıburnu 1915”; edebiyat alanında yazdığı eserler: “Erol Güney’in Ke(n)disi (M. Şeref Özsoy ile), “Şiir Hikâyeleri”, “Bir İmzanın Peşinden” ve “Bir Roman Kahramanı Orhan Veli”. Haluk Oral 2015’de Avustralya Hükümeti’nin verdiği Onur Madalyasına (OAM) layık görüldü. “Orhan Veli” kitabıyla da 2016 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü kazandı.
Bir şiirin hikâyesini bilmeden, yazılan dizelerin gizini çözmeden okuyup geçiyoruz. Şairin ruh halini, politik tutumunu, etkilendiği edebi akımı; şiirin yazıldığı dönemi ve sanat anlayışını bilmeden okumak, biz genel okurlar için büyük bir eksiklik mi? Ne yapmalı okur?
Aslında bu eksiklik değil, tam tersine bunları bilmek bir fazlalık. Mesela bazı okurlar bana, bu şiirlerin hikâyesini yazdığın zaman belki de bir gizemi bozuyorsundur, dediler ama insanların hemen hemen yüzde doksanı bu şiirlerin hikâyesini bilmekten, Lavinia’yı tanımaktan çok mutlu olduğunu söyledi. Bence şiirin hikâyesini bilmek bir koşul değil, ama şiiri daha da güzelleştiriyor. Daha bir anlamlı hale sokuyor, en azından benim için. Genellikle şair illa şiirin hikâyesi bilinsin diye uğraşmaz. Ama mesela Atilla İlhan “Tutuklunun Günlüğü” şiir kitabının arkasına “Meraklısına Notlar” diye bir bölüm koymuştur. Bu örnek dışında şair, şiirin hikâyesini gizlemeye de çalışmaz, açıklamaya da. Şiiri ortaya koyar ama ne mutlu o şaire ki bazı okurları da o şiirin hikâyesinin peşine düşer.
Özdemir Asaf’ın bu konuda; ”Felsefeyi bilmeyen ne beni yerebilir; ne de beni övebilir.” diye açıklaması var. Burada yazarın felsefi düşüncesini bilmek zorunlu hale gelmiyor mu?
Çok yerinde bir laf. Bu da Özdemir Asaf’ın “Şiir Hikâyeleri”ne konulacak bir cümle. Sadece felsefede yetmiyor, mesela Lavinia şiirinde –kitapta en çok dikkat çeken bölümlerden biri olduğu için söylüyorum- Lavinia’nın kim olduğunu bilmek, onu anlatmak hikâyeyi güzelleştiriyor; demem şu ki orada felsefe bilmek o şiiri değiştirmiyor. Fakat Özdemir Asaf’ın ne demek istediğini de anlıyorum. Şiirimde bir eksik bulacaksan, önce bir felsefe öğren; ondan sonra gel, şiirimdeki eksikliği ara diyor, bence.
Özdemir Asaf aşkına karşılık bulamadığı Mevhibe Beyat’a “Lavinia” şiirini kaleme almış. Şairler âşık oldukları kadınlara şiirler yazarken ilişkiye başladıklarında da onlar için yazmaya devam ediyorlar mıydı?
Ediyorlar ama bu bir kural değil. Örneğin Behçet Necatigil, Oktay Rıfat…
Nâzım Hikmet de.
Evet! Nâzım Hikmet’in “Karıma” diye yazdığı ne kadar çok şiir var. Bu isimler evlendikten hatta uzun yıllar evli kaldıktan sonra da eşlerine şiir yazmaya devam ediyor. Büyük şairler ilişkileri devam ederken de, evlendikten sonra bile -ayrılık olmadıkça- yazıyorlar. Hatta Abdülhak Hamit’in “Makber” şiirini hatırla. Gerçi o şiiri eşi vefat etmeden önce yazdığı konusunda birtakım söylentiler var. Şiiri yazmaya devam ederken başka kadınlarla ilişkisi olduğuna dair de dedikodular var. Al işte sana şiir hikâyesi daha. Ama yine de eşi için upuzun bir şiir yazmış. Sonuçta hayatını kaybeden eşi için…
Şairlerin ilham aldıkları kadınların genellikle şiir yazmaları, sanat ortamının içinde bulunmaları tesadüf değildir herhalde. Şairler de entelektüel kadınları seviyordu dersek çok mu romantik olmuş oluruz?
Doğrusunu söylemek gerekirse entelektüel kadınları sevebilirler ama buna cevap verirken önce Atilla İlhan’ın verdiği bir röportajda: ”Karımla entelektüel olmadığı için evlendim.” lafı aklıma geldi, bu bir. İkincisi bence şairlerin etrafında görebileceği kadın sayısı sınırlıydı, şairlerle aynı masada oturabilecek kadın sayısı çok fazla değildi. O zamanki ülkenin koşullarını düşün. O kadar az kadın var ki etrafta, şairler döne döne âşık oluyorlar aynı kadınlara. O ortama girebilmiş kadınlar, entelektüel olabildikleri için girmişler şairlerin dünyasına. Bir korelasyon söz konusu. Bir şairin bir kadını sevebilmesi için onda entelektüel olma şartını özellikle aradığını zannetmiyorum.
Dediğinize örnek vermek gerekirse Orhan Kemal aynı fabrikada çalıştığı işçi Nuriye Hanım ile evleniyor.
Sevgilisini iş çıkışı kapıda beklerken yazdığı şiirler vardır Orhan Kemal’in. Hatta gecikince niye gelmedi diye meraklanır ve hatta şiirlerinde de buna yer verir.
Oktay Akbal’ın “Hisya”, Özdemir Asaf’ın “Lavinia” adını verdiği Mevhibe Beyat’a karşı duydukları derin bir aşk var. Aynı kadına âşık iki şairin hoşgörüsü ve alçakgönüllülüğü dikkat çekici. Keza Orhan Veli’de misafirliğe gittiği Sabahattin Eyuboğlu’nun evinde gördüğü genç kız için şiir yazıyor.
Aslında oradaki olay şu: Kadın ikisine de pas vermediği için problem yok. Sen de seviyorsun, ben de seviyorum abi muhabbeti var. “Orhan Veli” kitabımda anlattığım başka bir hikâye daha vardır. Orhan Veli bir arkadaşına mektup yazarken eski bir beyiti örnek verir Taşlıcalı Yahya’dan. Arkadaşlarına da bahsediyor; mektuplarında da yazıyor aynı kadını sevme hikâyesini. Şöyle yazmış:
“Kâşki sevdüğümi sevse kamu halk-ı cihân
Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa”
Bütün dünya keşke benim sevdiğimi sevse ve bütün söylediklerimiz bir cananın hikâyesi olsa, diyor. Bunu Hasan Ali Yücel’de soruyor: “İkinizde aynı kıza âşıkmışsınız, niye kavga etmiyorsunuz?” Orhan Veli’de buna hitaben: “Ve bugünlerde Melih’le ben./ Aynı kızı seviyoruz.” Onlarda işte bu beyiti hatırlıyorlar. Ama bunun sebebi, birinin sevgilisine veya diğerinin eşine âşık olması söz konusu değil! Tıpkı film artistini sevmek gibi bir şey onların hissettikleri, daha da öte bir şey değil. İkisinin de uzanamadığı, erişemediği bir kadına hayranlık duymasıdır yaşananlar.
Emniyet Genel Müdürü Şükrü Sökmensüer ve Kurtuluş Savaşı’nın önemli komutanlarından Ali Fuat Cebesoy, komünist düşünceleri ile memlekette tanınan Nâzım Hikmet’ten İstiklal Savaşı’mızı yazmasını istiyorlar. Devlet adamlarının edebiyata bu kadar önem vermesi çok önemli. İşin ilginç tarafı İstiklal Savaşı’mızı yazmasını istedikleri Nâzım Hikmet, bu destanı 1940’da Çankırı Cezaevi’nde yazmaya başlıyor, 1941’de Bursa Cezaevi’nde tamamlıyor. Cezaevi şartlarında nasıl yazmayı başardı?
Ankara’da iken bir gün İspanya İç Savaşı ile ilgili sohbetleri sırasında “Nâzım Hikmet sen de bizim savaşımızı yazsana.” diyorlar. Nâzım Hikmet ise “Cephelerin coğrafi yapısını, olayların tarihini tam olarak bilmiyorum, Elimde belgeler olması lazım.” diyor. Aslında Kurtuluş Savaşı Destanı tek başına bir kitap değil.
Evet. “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitabının içine koyuyor.
Hatta daha sonra “Kurtuluş Savaşı Destanı”nı kitaptan ayırmasını teklif ediyorlar. Önce bu teklifi kabul etmiyor ama daha sonra bu teklifi kabul etmek zorunda kalıyor. Dolayısıyla kitabın yazılmasının istendiği zamanla yazılmaya başlanması arasında baya bir zaman var. Ali Fuat Cebesoy –ki Nazım’ın büyük dayısıdır. Celile Hanım’ın annesi ile Ali Fuat Cebesoy’un annesi kardeştir- Nâzım Hikmet hapisteyken onunla ilgilendiğini biliyoruz. Kurtuluş savaşı ile ilgili bilgi ve belge gönderiyor. Nâzım Hikmet’in Nutuk’u da okuduğunu çok iyi biliyoruz “Kurtuluş Savaşı Destanı”nı yazarken. Hatta Nutuk’u referans olarak göstermiştir.
Belgelerin dilini bile şiire dönüştüren bir deha diyebilir miyiz Nâzım Hikmet’e ? Çoğu şair bunu başarabilir mi?
Bunu çoğu kişi yapamaz. Bir de Nâzım Hikmet sırf belgeleri şiire dönüştürmekle kalmıyor, hangi belgelerin şiire dönüştürüleceğini de çok iyi biliyor. Nazım’ın çok güzel bir şiiri vardır ya “Karımın İstanbul’dan Yazdığı Mektup” diye. Nazım Moskova’dayken yazılan bir mektuptur bu. Onu Melih Güneş “Kitaplık” dergisinde yayımladı. Şiir şöyle başlar:
“Canım,
Uzandığım yerde yazıyorum.
Yorgunum pek.
Aynada yüzümü gördüm, adeta yeşil.
Havalar soğuk, yaz gelmeyecek.
Haftada otuz liralık odun lazım,
başa çıkılır gibi değil.”
Bu şiir Münevver’in yazdığı bir mektuptur aslında. Nâzım Hikmet’in o kadar hoşuna gidiyor ki bu mektup, onu şiir haline getiriyor. Mektubu yazan Münevver ama Nâzım Hikmet bundaki şiirselliği görebiliyor. Sadece iyi bir şair değil, aynı zamanda iyi yazanın da hakkını veren bir adam diyebiliriz. Kurtuluş Savaşı belgelerini şiire çevirdiğini söyleyince bu da geldi aklıma.
Halide Edip; Nâzım Hikmet ve Yahya Kemal’i devrimizin en büyük şairleri olarak görür. Nâzım Hikmet ise, iyi şairler olmasına rağmen “büyük şair”in henüz yeryüzüne ayak basmadığını söyler. Sizin bu konu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Nâzım Hikmet’ten sonra yeryüzüne ayak basacak büyük şairimiz olacak mıdır?
Memed Fuat ve Kemal Tahir’le mektuplaşmalarında; benim kitabımın –Şiir Hikâyeleri- “Kurtuluş Savaşı Destanı” bölümünde Nazım Hikmet’in büyük şairler ile ilgili düşünceleri var. Nazım Hikmet kendisinin iyi bir şair olduğunu biliyor ama ben büyük bir şairim demiyor. Yahya Kemal’den farklı bir tarzda şiir yazıyor o kesin. Fakat Yahya Kemal’in ölümü üzerine Münevver’e yazdığı bir mektupta onun ölümünden duyduğu derin üzüntüyü anlatıyor -bu mektubu #Tarih Dergisi’nde de yayımlamıştım- Yahya Kemal büyük şair, diyor mektubunda. Ben şimdiye kadar Fuzuli kötü şairdi diyen duymadım. Türkiye’de şiir yazan hemen herkes Fuzuli’nin büyük bir şair olduğunu biliyor. Kabul etmemek zaten şiirden hiç anlamamaktır. Ama kimse Fuzuli gibi yazmıyor artık. Birinin büyük şair olduğunu kabul etmek şiir illa onun yazdığı tarzda yazılmalı demek değil. Nâzım Hikmet belki Yahya Kemal’in artık devrini tamamlamış bir şiirin son büyük temsilcisi, son büyük pırıltısı olduğunu görüyor ama şiir bu demiyor. Nâzım Hikmet’in Mevlana’dan bir tercümesi vardır:
“Dünle beraber gitti cancağızım
şimdi yeni şeyler söylemek lazım
ne kadar söz varsa düne ait
şimdi yeni şeyler söylemek lazım”
Bence hikâye bu. Her şiirin devri gelecek, tamamlanacak ve gidecek. Nâzım Hikmet’te bunu fark ediyor ama Nâzım Hikmet’in şiirini tamamlaması herhalde çok uzun asırlar alacak gibime geliyor.
Ahmed Arif “Hasretinden Prangalar Eskittim” şiirini yazdıktan yıllar sonra 1968’de Şevket Süreyya’nın olumlu raporuyla- sansürden- güç bela geçiyor. Böyle kalıcı şiirlerin baskının ve sansürün en yoğun olduğu dönemlerde çıktığına dair bazı kesimlerin izlenimi var. İyi şiir illa belirli bir dönemde yazılıyor olmasa gerek diye düşünüyorum. Her şairinde kendine ait ruh ve düşünce atmosferini dikkate almak lazım. Siz bu konu hakkındaki düşüncelerinizi açıklar mısınız?
Ben tamamıyla katılıyorum sana. Ama tabii ki dönemim ihtiyaç duyduğu şiir belki vardır. Burada aslolan şairdir. Bazı şairler bazı günlerde daha ön plana çıkabiliyor. Mesela İstanbul işgal altındayken insanların yazdığı şiirler diğer şiirler kadar güzel yazılmamış olsa bile çok daha etkili olabilir. Biraz daha yaraya parmak basan şiirler olursa daha bir ortaya çıkabilir. Bunu ruh haline göre dinleyeceğin şarkıyı seçmeye benzetiyorum. Sevgilinden ayrıldığında başka bir şey dinliyorsun, çok mutlusun o zaman da başka bir şey dinliyorsun. Şarkıların hepsi zaten orada duruyor. Sen kendin seçiyorsun. Şarkılar ruh halin için yazılmıyor, iddialı değilim bu konuda ama şiirler içinde böyle bir şey söz konusu olabilir.
Melih Cevdet Anday “Tohum” , Orhan Veli “İstanbul Türküsü” şiiri ile Garip şiirinden ayrılıyor ama halk onları hâlâ Garip olarak bilmeye ve sevmeye devam ediyor. Garip şiirinin büyüsü neydi?
Garip şiirinin büyüsü bir kere çok kolay anlaşılır dizelerinin arkasında çok daha derin düşüncelerin yatması diyorum ben. Bunu neye dayanarak söylüyorum: Garip kitabının birinci ve ikinci baskısında, Orhan Veli’nin, kitabın başında yer alan ön sözünü iyi okumak gerek. Kitabı üç kişi yazmasına rağmen kapağında sadece Orhan Veli’nin ismi var. Peki, neden sadece Orhan Veli’nin ismi var? Oktay Rıfat teklif ediyor, Melih Cevdet Anday’da –istemese de- bunu kabul ediyor. Ön tarafındaki şiir manifestosu aslında Garip’in manifestosudur. Arkasından gelen şiirler onun örnekleri gibi düşünülüyor. İkinci baskısında ön sözü oldukça değiştiriyor Orhan Veli ve içinde sadece kendi şiirleri yer alıyor. Birinci baskısı 1940, ikincisi 1945 yılında yayımlanıyor. Orada o güzel, o kolay görünen şiirlerin yazılırken arkasında nasıl bir düşüncenin yattığını görüyorsun. Oktay Rıfat şunu söylüyor; “Orhan Veli Fransız şiirinin yüz yıldan fazla bir zamanda geçirdiği değişimi bir ömre sığdırmıştır.” Gerçekten bu adamlar Garip’le şiirin şekli hiçbir şekilde değişemez diye düşünen insanlara tokat attılar.
Yusuf Ziya Ortaç, Ahmed Arif gibi ismini burada zikretmediğim daha birçok şair Garipçilerin ortaya çıktığı ilk dönemde Orhan Veli ve diğer Garipçi şairleri baya eleştirmişlerdir.
Ahmed Arif aslında o tarzda şiir yazmaz ama bu eleştiri biraz da Nâzım Hikmet’ten uzak bir şiir diye düşünüyor bence. Bir röportajında: “Şiirimi bilirdi Orhan Veli.” diyor, Ahmed Arif. Mesela Ahmed Arif Yaprak dergisine hiç şiir göndermemiş. Zaten şiirini gönderip de yayımlanmadığını düşünemiyorum hiç. “Tohum”un ilk yayımlandığı Meydan Gazetesi’nde aynı zamanda Orhan Veli’nin de Ahmed Arif’in de birer şiiri var. Meydan Gazetesi’ni ilk sayısında bu iki şair bir araya gelmişti –zaten gazete de ilk sayısından sonra kapatıldı.-
Garip şiirini eleştiren önemli şairlerin büyük bir kısmı ilerleyen dönemlerde fikrini değiştirmiş.
Nâzım Hikmet başlarda Orhan Veli’yi, Oktay Rıfat’ı çok şiddetli eleştiriyor mektuplarında. Ki biliyorsun Oktay Rıfat, Nâzım Hikmet’in yakın akrabasıdır. Nâzım Hikmet yurtdışına çıktığı zaman, benim çantamda Orhan Veli’nin şiirleri vardır, diyor. Türk şiirinin en büyük şairlerinden birisi olduğunu, ne yazık ki çok genç yaşta hayatını kaybettiğini söylüyor. Ve ondan sonra radyo yayınlarında peş peşe Orhan Veli’nin şiirlerini okuyor. Benim “Bir Roman Kahramanı Orhan Veli” kitabımın bir bölümü Nâzım Hikmet. Şimdi de ”Nâzım Hikmet” kitabı yazıyorum içinde “Orhan Veli” diye bir bölüm olacak. Bu bölümler tabii ki aynı olmayacak. Bak, şunu “Orhan Veli” kitabımda yazmıştım. Bu bölüm Budapeşte Radyo’su Türkçe Yayınlar Servisi’nin “Edebiyat Konuşmaları”nda şöyle anlatmış: “… bu kitaplarla adeta bavulumda memleketimin en güzel taraflarını, en güzel parçalarını taşıyor gibi oluyorum. Şimdi size söyleyeyim. Mesela benim bavulumda neler var. Bir defa tabii Orhan Veli var. Öyle sanıyorum ki Orhan Veli bizim en güzel şairlerimizden biri. Çok genç öldü, yazık oldu ama, ölümsüz… Ve Türk dilini bu kadar güzel konuşan şairlerimiz gayet az. Bir defa onun kitabı var işte…” diyor ve arkasından şiirlerini okuyor. Bir de 1958’de Prag’da “Slavya Kahvesinde Şair Dostum Tavfer’le Yarenlik” adında Orhan Veli’ye yazılmış bir şiiri var Nâzım Hikmet’in. Onun da bir kısmını okuyayım:
“Pırağ şehri yaldızlı bir dumandır
ve kızıl, kocaman bir elma gibi.
Nezval geçer taze çıkmış kabrinden
paramparça yüreği de elinde
ve Orhan Veli’yle karşılaşırlar
Urumelihisarı’ndan gelir o
ve telli kavağa benzer Orhan’ım
yüreciği delik deşik onun da.”
İşte Orhan Veli öldükten sekiz yol sonra da bu şiiri onun için yazmış. E yani şimdi bu adamlar için istediğin kadar o bununla kavga etmiş, bu şuna onu söylemiş de ama son duruşmada bu adamların arasındaki ilişki işte budur.
Orhan Veli geleneksel şiirin tabularını yıkarak yeni bir şiir anlayışının önünü açmış. Bununla beraber eski şiir geleneğini yıkarken bu eski gelenekten yararlanmış. Şiir sanatında usta olabilmek için geleneksel şiirin şairler tarafından bilinmesi gerektiğine inanıyor musunuz? Divan edebiyatı bizim klasiklerimiz sayılabilir mi?
Nâzım Hikmet eski şiirin bilinmesi gerektiğini belirtiyor. Orhan Veli’de eski şiiri bilir örneğin. Nâzım Hikmet serbest nazımla yazıldığını düşündüğümüz şiirlerinde sesin uyumunu aradığını anlıyorsun, eğer Divan Edebiyatı’ndan birkaç şiiri ezbere biliyorsan; Nazım Hikmet’in de birkaç şiirini ezbere biliyorsan, tamam. Beyitler aynı şekilde kurgulanmamış ama onun ses uyumunu Nâzım Hikmet arıyor ve serbest nazımda da buluyor. Orhan Veli’nin bir lafı var: “Eski şiirin bütün sanatları oturmuş durumda. Biz yeni şiiri oluştururken, sanatları kullanabilecek bir şey yok elimizde, bizim yaptığımız iş daha zor.” diyor. Bir sürü anekdot vardır, Divan Edebiyatı’nı çok iyi bildiğine dair. Kaldı ki Orhan Veli’nin eski tarz yazdığı şiirlerde oldukça kuvvetlidir. “Efsane” şiiri ya da şarkı sözü olarak yazıp daha sonra bestelenen şiirleri var. Bunları “Orhan Veli” kitabında bulabilirsin, besteleri ve notalarıyla beraber koydum. “Orhan Veli” kitabımın 157. sayfasından bir bölüm okuyacağım: “Orhan Veli, kendi şiirini aramış ve bulmuştu, ama bunu eski şiire sırt çevirerek yapmak yerine, şiirin tanımı üzerine yazarak ve düşünerek yapmıştı. Orhan Veli gibi yazmaya öykünen pek çok şairin onun yanına yaklaşamamasının belki de en büyük nedeni budur.” Demem o ki eski şiire yüz çevirmedi, fakat kendi şiirini aradı. Yine Ömer Hayyam’dan bizzat Orhan Veli’nin yaptığı çeviri de var:
“Yine gün gelse şu dünyada bir âbâd olsam
Yine âşık yine sermest ve serâzâd olsam
Râzıyım görmediğim cevri görüp canımdan
Yine kahriyle perîşân yine berbâd olsam.”
Bir başka şiiri “Bir Şarkının İlk Kıtası” diye yazmış bunu:
“Felâh bulmadı bir türlü derd ü mihnetten.
Ne türlü yandı gönül âteş-i muhabbetten
Müreccah olmalı dîvânelik bu hâletten
Ne türlü yandı gönül âteş-i muhabbetten.”
Bu şarkının güftesi Orhan Veli; bestecisi ise Refik Fersan’dır. Şimdi konuya gelirsek bu eski şiiri reddetmek değildir. Yine bir örnekle anlatmak gerekirse Yahya Kemal’le hiçbir zaman dalga geçmez. Yahya Kemal’le ilgili yazdığı en güzel yazılardan birinde Yahya Kemal’in milletvekilliği ile ilgili şunu der: “Ben Yahya Kemal namına değil, daha çok, milletvekilliği namına seviniyorum.” Yahya Kemal’i sevip de Orhan Veli’yi aşağılayan bir zümre var, bunun tam tersi de var. Bu zümreler bu yaşananları takip etmemiş insanlardır. Türk şiirinin gerçekten en önemli isimlerindendir. Ve Türk şiiri denince Yahya Kemal, Orhan Veli ve Nâzım Hikmet aklıma gelir. İşin güzel tarafı bu üç insan birbiriyle bağlantı kurmuştur. Yahya Kemal, Nâzım Hikmet’in ilk şiirini dergiye bastırtan adamdır. Yine Yahya Kemal ile Orhan Veli’nin, Sabahattin Eyuboğlu ortak arkadaşları. Nâzım Hikmet açlık grevi yaptığı zaman ona yazılan mektubu Orhan Veli’de imzalıyor. Bunların içinden en çekingen, şiirime bir laf gelir diye ikisi hakkında olumlu düşüncelerini saklı tutan Yahya Kemal’dir.
İmza kampanyasına katılmıyor zaten Yahya Kemal.
Celile Hanım’ı ve Oktay Rıfat’ı görüyor ama imzalamaktan yine de çekiniyor. Vâlâ Nureddin, Yahya Kemal ile çok iyi arkadaşlardı fakat bu olaydan sonra Vâlâ Nureddin, Yahya Kemal’le konuşmayı kesiyor.
Necip Fazıl “Kaldırımlar” şiirine 1928’den 1962 yılına kadar dört şiir kitabında da yer verdi ve her seferinde üzerinde değişiklikler yaptı. Yahya Kemal’de “Açık Deniz” şiirini yazdığı 1925’ten ikinci basımını yaptığı 1950 yılına kadar şiirinde yazım değişikliği yaptı. Başka şairler de örnek verilebilir bu duruma. Bu mükemmelliğe ulaşma isteği mi yoksa dili dönemin kullanımına göre güncelleştirme isteği midir?
Buradaki amaç sadeleştirme değil, daha güzel bir kelime koymaktır. Sadeleştirme yapan şairler de var ama en azından Yahya Kemal’in ve Necip Fazıl’ın sadeleştirme dertlerinin olduğunu hiç zannetmiyorum.
Orhan Kemal Bursa Cezaevi’nde Nâzım Hikmet’ten bir öğretmen gibi yararlanır. Fransızca ve Genel Kültür derslerinden bazen yedi sekiz saat süren dersler alır. Edebiyat üzerine uzun saatler sohbet ederler. Bugün yazar veya şair olmak isteyen kişilere ne önerirsiniz? Edebiyat atölyelerde mi, kütüphanelerde mi, nerede öğrenilir?
Gerçekten bunu bilmiyorum, yazarlık nasıl öğrenilir diye bir şey hiç düşünmedim. Şiir yazmak nasıl öğrenilirse yazarlık da öyle öğrenilir gibime geliyor. Bütün mesele bol bol okumak başka da bir şey gelmiyor aklıma. Atölyeleri de hiç bilmiyorum. Yapıldığını duyuyorum ama ne merak ettim, ne gittim, ne de kendim bir atölye kurarım. Nasıl öğrenilir konusunda, kendimde konuşma yetkisi gördüğüm tek konu matematiktir. Bunun dışında hiçbir konuda ne, nasıl yapılır ahkâm kesmem.
Herkesin size yönelttiği soru aynı, bir matematik profesörüsünüz ve edebiyatla nasıl bu kadar içli dışlısınız.
Ben matematiği çok seviyorum. Matematik benim asıl mesleğimdir. Daha ortaokuldayken karar vermiştim matematikçi olmaya ama okumayı da çok seviyorum. O da beni edebiyata yöneltti.
Toplumumuzda sayısalcı birinin edebiyata yatkınlığı şaşılacak bir durum olarak görülüyor nedense.
Sayısal ve sözel diye bir ayrım yapmak o kadar mantıksız ki! Kendini ifade edemeyen bir matematik öğretmeni, kendini anlatamaz ki öğrencilerine. Ben kendimi ifade edemezsem matematik anlatamam. Her edebiyatçının matematik bilmesi gerekmez ama matematik biliyorsa büyük bir ihtimalle yaptığı iş daha güzel olur. Her matematikçi ise kullandığı dile hakim olmalı.
Edebiyat öğretmeni Salim Rıza Kırkpınar’ın öğrencileri arasında Cahit Külebi, Vedat Türkali, Kemal Özer, Adnan Özyalçıner, Cengiz Bektaş, Arif Damar, Sait Maden gibi birçok edebiyatçı var. Liselerde artık böyle büyük edebiyatçıları yetiştirecek bir eğitim sistemine sahip değiliz. Üniversite giriş sınavları ile yazar yetiştirebilecek miyiz?
Türkiye’de yazarlar daha çok hapishanelerden yetişmiş; edebiyat fakültelerinden yetişmemiş ki. En azından benim ilgilendiğim yazarların çoğu hapishanelerde yetişmiştir
Oğuz Atay, Sevin Seydi ile birlikte “Arkadaş Karıları” ve” Kazanova’nın Hatıraları I, Çapkın Papaz”ı çeviriyorlar. Neden Oğuz Atay, Memet Kerem adını kullanıyor ve kendini saklama ihtiyacı duyuyor. Bu konu hakkında ki düşüncelerinizi açıklar mısınız?
Çünkü ismine layık görmüyor bu çevirileri. Bence çeviri yapmayı para kazanmak için ya da oyun olsun diye yapıyorlar. Dikkat et yayınevinin ismine, kitapların kendilerine, o yıllarda belki bir deneme yapmak istiyorlar. Böyle kitaplar yayınlasak acaba para kazanır mıyız gibisinden? Tabi bu benim iddiam. Memet Kerem’in Oğuz Atay olduğunun tam bir ispatı yok. Ben sadece, kapağı Sevin Seydi yapmış, o yıllarda da Atay ve Seydi beraber yaşıyorlarmış, bundan yola çıkarak Sevin Seydi’nin yaptığı kapaklardan Atay’ın haberinin olmaması söz konusu değildir, diye düşünüyorum
“Tutunamayanlar” hakkında ne düşünüyorsunuz? Çoğu okur popüler olduğu için kitabı okumaya çalışıyor. Kimi yarıda bırakıyor kimi çok zorlanıyor.
Türkiye’de iki tane kitap var ki herkes okuduğunu söyler ama çok az insan okumuştur. Biri “Tutunamayanlar” biri de “Nutuk”tur. Herkes, Nutuk okunmalı der ama kaç kişi baştan sona okudu çok merak ediyorum. Aynı şey “Tutunamayanlar” içinde söz konusu.
On üç bin imzalı kitap koleksiyonuna sahipsiniz. Sahaflarla özel dostluğunuzu da biliyorum. Tanımadığınız sahaf var mı?
Tabii ki tanımadığım sahaflar var ama sahaflarla dost olmak çok önemli. Çünkü böyle koleksiyonlardaki en büyük kaynak sahaflardır.
Sahaflar Türkiye’nin dört bir yanından size haber mi veriyorlar yoksa siz mi arayıp buluyorsunuz imzalı kitapları?
Genellikle haber veriyorlar. Bir de artık şöyle bir şey oluştu. Haluk Hoca’da bu kitap vardır zaten, diye düşündüklerinden bana haber verme durumları da azalmış olabilir.
İmzalı kitap fiyatları ne kadar? Yazarına, eserine, baskısına göre değişiyordur.
Cemal Süreyya’nın imzalı bir kitabı bin liradan az değil şimdi. Nazım Hikmet’in imzalı kitabını dört beş bin liradan aşağı alamazsın sanırım.
Sohbetiniz için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.