Göründüğü Gibi Değil
Bu sabahların bir anlamı olmalı diye düşündüm. Gün, ufuktan yavaş yavaş gökyüzüne doğru yükselirken…
Yaşam, yaşamak insanlar için, bugün ve her gün yeniden başlıyordu. Umutla, heyecanla, aşkla ve hatta bir kederle…
Onlar ne olacağını bilmezken, ben; onların yanında, onlara yardım etmek için yüzyıllardır bu evrende dolaşıyordum. Yapabildiğim, hissederlerse eğer; onları mutlu etmek, yol göstermekti.
Bazı insanların yüreği çok naiftir. En zor anlarında, onların yanında olduğumu sanki hissederler. Çaresiz kaldıklarında, mutlaka iyi olacakları bir yolu bulurlar. Bazı insanlar ise; ne yapsam da hissedemez. Kendilerini yaşama öyle çok kaptırmışlardır ki! Önlerine gelen mucizeleri fark edemez.
Sürekli bir memnuniyetsizlik ve isyankarlık vardır. Ama ben, her türlü insan için bu evrendeyim. Daha iyi olmaları ve başka gözlerle bakmayı öğrenebilmeleri için…
Sokaklar yavaş yavaş hareketlenmeye başlamıştı. Ben de hemen onların arasına süzüldüm. İnsanların içinde olmak, onlar gibi davranmaya çalışmak, ‘hissedemesem de’ eğlenceliydi.
Hızlı adımlarla gidenler, bana çarpıp hissetmeden geçenler, düşünceli ve sakin yürüyenler… Hepsi de iç sesiyle aralıksız konuşmaktaydı. Hepsinin bir ortak noktası vardı. ‘Kaygı’
Sahi! Kaygı nasıl bir histi, insanları bu kadar ele geçirecek gücü nereden buluyordu? Sarmaşık misali ruhlarını sarmıştı.
Az önümde giden adam dikkatimi çekti. ‘Kiramın son günü, faturalarım var ödenmesi gereken’ diye iç sesiyle konuşurken o an cüzdanını yere düşürdü. Fark etmedi. Hızlı adımlarla ilerliyordu. Omzuna dokundum. Hissetmedi. Cüzdanı, arkada, kaldırımda, kendisi ise; bir metre ileride yoluna devam etti.
Hissetmek zamanla anlamını mı yitiriyordu.? Önceki dönemlerde bu çok fazla yaşanmazdı. Bu dönemdeki insanlar çok farklıydı. Her şeyi değişkendi. Teknoloji dedikleri şey mi onları bu kadar ruhsuz yapmıştı. Beden gücü, yerini, beyin gücüne bıraktığı günden beri bu böyleydi!
Her şeyi çok hızlı tüketir olmuşlardı. Aşkı, sevgiyi, sevişmeyi ve hatta yaşamı bile! Aşkı yüzünden yaşamına son veren çok insana tanık oldum. Bu aşk denen şey; çok mu can acıtırdı ve acı çekmenin tarifi neydi?
Son zamanlarda insan gibi olmayı ister oldum. Bu farklı geçiş duyguları merakımı uyandırdı.
Gün boyu dolandım ortalıkta… Bir cafeye girdim. Hava soğuk olduğu için herkes içerideydi. Bu anları çok severim. Birden, tüm sesler yükselir, birbirine girer. Bir oraya bir buraya giderim. Farklı bir ahenk yakalarım. En çok ta aşık çiftleri gözlemlerim. Birbirine dokundukları zamanda tüylerinin ürpermesi, hep ilgimi çekmiştir. Bu enerji nasıl bir etki yapmaktadır böyle?
Bu cafede de bir çifte gözüm takıldı. Gittim yanlarına sokuldum. Kadın, adamın gözlerinin içine bakıyordu.
‘Seni seviyorum, hep te seveceğim.’ Dedi.
Ben de eğildim. Adamın gözlerinin içine baktım. Görebildiğim sadece ruhumdu. Acaba o kadın orada ne görmüştü?
Adam kadının elini tuttu. Eğildi, öptü. Evet, işte! O aynı enerji yine oldu. Gülümsedim. Adam kadına:
‘Çay ister misin?‘ diye sordu.
O an bilinçsizce ona ben cevap verdim.
‘Hayır çay istemiyorum. Ben bir aşk istiyorum.’
Ben ne söylemiştim? Hızla kalktım, oradan uzaklaştım. Rastgele yürüyordum. Kendimi bir çocuk parkında buldum. Üç yaşlarında bir kız çocuğu ağlıyordu. Hemen yanına gittim. Beni gördü. Çocuklar görürdü. Büyüklerin ise sadece bir kısmı beni hissederdi. Düşmüştü. Dizi kanıyordu. Dokundum. Yüzüme baktı.
‘Hayır! Düştüğüm için ağlamıyorum. Annem çok hasta, onun için ağlıyorum’ dedi.
‘Annen nerede? ‘
‘Orada bak! ‘
Küçük elini kaldırdı, işaret parmağıyla, saçları dağılmış, özensiz ama bir o kadar da güzel bir kadını gösterdi. O an sadece o kadın renklendi. Oysa benim için tüm renkler sadece grinin tonuydu.
Kadın o kadar dalgındı ki! Çocuğunun düştüğünü dahi fark edememişti.
‘Hadi gel! Belki onu iyileştirebiliriz’ dedim.
Birlikte annesinin yanına gittik. Kadın iç sesiyle o kadar çok konuşuyordu ki bir an duraksadım. Nasıl oldu da bu kadar yoğunlukta yitip gitmişti. Frekanslar karışıyordu. Sanki ölüm ile yaşam arasında kalmış, bir arafta gibiydi. Onu o an tutup çekmek istedim. Kadın tekrar renklendi. Saçları, gözleri hatta giydiği elbisenin bile bir rengi vardı. Çocuk konuşuyordu. Ama onu ne ben duyabiliyordum ne de annesi…
Ellerimi saçlarında gezdirdim. Gözünün önüne düşen perçemi geriye ittim. O da aynı anda saçlarına dokundu. Beni hissetti.
‘Evet! Beni hissetti. ‘
O kadar heyecanlanmıştım ki! Heyecan mı, neler oluyordu bana? Hissetmeye mi başlıyordum. Kalbine dokundum. Kalp atışlarını hissedebiliyordum. Ama çok karmaşıktı. Parçalanmış gibiydi. Ya da yaralanmış bir insan gibi…Ellerim kalbindeyken, elini, elimin üstüne bıraktı. Titriyordum.
Kızın beni çekiştirmesiyle kendime geldim. Evren tekrar griye döndü. Eğildim. O’na:
‘Biraz zamanı var’ diyebildim.
Adını henüz koyamadığım bir şeyler içimde dolaşmaya başladı.
Kadın telaşlanmış gibi birden yerinden kalktı. Kızını aldı ve gitti. Ben de peşlerinden onları takip ettim. Evlerine gelmişlerdi. Kapıyı başka bir kadın açtı. Hemen yanında da bir yaşlarında erkek bir çocuk vardı. Sonradan bakıcı olduğunu öğrendiğim kadın çıktı ve gitti.
Çocuklar annesinin yanında mutlu ve aç, kadın ise şefkat gösteremeyecek kadar yorgundu.
‘Yemek yapamıyorum. Size bakamıyorum. Hiçbir sorumluluğumu yerine getiremez bir hale geldim.‘ İç sesi susmuyordu. ‘Ölüm’ diyordu, ‘ölmek, kendini öldürmek’
O iç dünyasında kendisiyle savaş verirken, ben, onun karşısında ilk defa kendimi çaresiz hissediyordum. Bir şeyler yapmalıydım. İlk defa gerçekten insan olmayı diledim. Ona dokunmak, sarılmak, iyileştirmek istedim.
Bir hafta boyunca bu böyle devam etti. O kendini öldürmek istiyordu. Ben ise; insan olmak istiyordum. Bir haftanın sonunda ilginç bir şey oldu.
Gün batmak üzereydi. İçimde derin bir hüzün hissettim. Derin bir nefes aldım. Tekrar aldım. Kaldım. Etrafıma baktım. Hopladım, zıpladım. Çevremdeki insanlar şaşkın ve biraz da korkmuş bir şekilde beni izliyordu. Koşarak yanlarına gittim.
‘Beni görebiliyor musunuz? ‘ diye bağırdım. Adamın birisi kafasını salladı. Başka bir kadın:
‘Aaaa! Deli mi bu adam ‘ dedi.
Evet. Yaşıyordum. Hem de bir insan olarak dibine kadar yaşıyordum. Sakinleştiğim anda koşarak o kadının evine gittim. Bu defa içeriye ‘pat’ diye giremezdim. Kapıyı çaldım. Bekledim. Tekrar çaldım. Ama kapıyı kimse açmadı. Kapının önünde diz çöktüm. O an melek ruhum devreye girdi.
‘Kapıyı kır! ‘
Kapıyı olanca gücümle ittim. Kapı gürültüyle açıldı. Farklı bir koku vardı içeride. Odaları açtım. Baktım. Oradaydı. Yarı baygın bir halde o da bana baktı. Yanına koştum. Yüzüne dökülmüş saçlarını geriye ittim. Bana gülümsedi. Ve :
‘Seni tanıyorum’ dedi.
Hemen onu oradan çıkardım. Balkona götürdüm. Kendine geldikten sonra:
‘Beni nereden tanıyorsun? ‘ diye sordum.
‘Dokunuşundan…tıpkı o gün, saçlarıma dokunduğun gibi dokundun. Senin dokunuşun, bana o an çok iyi geldi. Sonra birden yok oldun. Biliyorum, sen bir meleksin. ‘ dedi.
‘Hayır! Ben artık bir insanım’ dedim. Büyük bir gururla üstelik!
Titriyordum. Üşüdüğüm için mi, o yanımda olduğu için mi kestiremedim. Tarifi mümkün olmayan duygular içimde, coşmuş bir nehir gibiydi. Ona sarıldım. Başını omzuma yasladı. Saçlarının kokusunu derin derin içime çektim. Hep tanıyor gibiydim. Ve o hep tanıyor gibiydi.
Hep yapmak istediğim bir şeyi yaptım. Başını tutup kaldırdım ve onu öptüm.
Aşkı, tutkuyu, tüylerin ürpertisinin ne olduğunu, o an çok iyi anladım.
Yaşam, yaşamak; insanlara verilen en büyük mucizeydi. Hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Ancak, onu yaşayabildiğinde ‘şanslısın’ demekti.