Cenaze Evi
Kilidi açtıklarında o tanıdık koku karşıladı. Ağlamaktan şişmiş gözleriyle, sümüklü mendillerini tutan elleriyle ve simsiyah elbiseleriyle içeri girmeye başladılar. Önden giren Halim bey, kapının sağındaki terliklerini giyip, ceketini portmantoya astı. Bükülmüş beli, güneş lekeleriyle dolu alnı, saçsız başıyla ağır aksak yürüdü içeriye. Ardından giren çocukları, gelinleri ve damatlarıyla ev bir anda kalabalıklaştı. Az önce evin direği yıkılmamış gibi, ev halkını dimdik enkaz karşıladı.
İçeriye girdiklerinde neredeyse yarım asırlık mobilyalar karşıladı. Her santiminde yılların ağırlığını taşıyan, ev sahipleri gibi yorgun ve bitkin koltuklar; evlenirken gelinin annesinin hediye ettiği ağır, mermer orta sehpa ve gelinin göz nurunu döktüğü dantelalar… Sümbül hanım, bu odayı gözü gibi korur kollardı.. Evinde hiçbir eşyayı on seneden fazla durdurmaz “Canım, malın yenisi ekmeğin tazesi” diyerek o şen kahkahasını atardı. Ancak bir tek bu odadan vazgeçemedi. Evliliklerinin ilk senesinde çalışmaya başlayınca kendi maaşıyla almıştı. Tepesindeki ve kollarındaki el oymalarına vurulmuştu. Çok sevdiği kocasının, yosun yeşili gözlerini anımsatan rengiyle de bal kaymak olmuştu.
-Baba, kaselerle derin tencereler nerede?
-Ne bileyim ben kızım, annen bilir her şeyin yerini. Aynur nerede? O da bilir.
-Arka odaları toparlamaya girdi. Neyse; diyerek mutfağa döndü evin yirmi yıllık gelini Suna. Bayramdan bayrama gelip, onda da mutlaka bir kavga çıkartıp gittiği için evdeki hiçbir eşyanın bilmezdi.
Oğullarıyla da damatlarıyla da konuşacak bir şey bulamıyordu. Ağzını açacağı sırada boğazına bir düğüm takılıyor, gözleri doluyordu. Yapabildiği tek şey sessizce “ya işte” diyerek iç çekip, başını ileri geri sallamaktı. Bileğindeki saate baktı. Yirmi dört saatin dolmasına daha sekiz saat vardı. Sırf hareket etmiş olmak için bacak bacak üstüne atıp, sol tarafındaki sehpaya döndü. 16 saat önce hayat arkadaşının dudaklarının değdiği kahve fincanı orada kalmıştı. Dudakları titredi, sol gözünden bir yaş usulca süzüldü. Evlatlarının gözünde ki “ben güçlüyüm” imajını bozmak istemediği için, başını parmaklarına yaslayıp çaktırmadan göz yaşını sildi. Mutfaktan gelen tıkırtılar, yan odada çocukların koşturmalarına karşılık; salonda derin nefes alışlar ve saatin tik takları vardı.
-Baba, annem kriz geçirirken bir şey dedi mi?, diye sordu küçük oğlu Nazmi.
Babası ağır ağır başını çevirdi. Yemyeşil gözleri, bir ölünün ki kadar yorgun ifadeyle ona bakarak;
-Sadece “ben korkmuyorum, sen de korkma” dedi. Telefonda Aynur’la konuşuyordu, ona söyledi zannettim. Alelacele telefonu kapattı. “Duydun mu beni Halim?” diye sordu. Evet, dememe kalmadan yere yığıldı. Sonra hemen seni aradım zaten.
Sonrası yine sessizlik… Doğduktan sonra en hızlı büyüyen çocuktur sessizlik. Bir kere meydana çıktı mı bir daha dur durak dinlemeden sürekli gelişir. İnsanın sevdiğiyle paylaştığı sessizlik bile çok kıymetlidir. Bunu bilecek kadar derin, birbirlerine doyamayacak kadar kısaydı yaşadıkları ömür. Ait oldukları sessizlik, her kafadan çıkan sesten daha kıymetliydi. Sümbül hanımın gidişi daha şimdiden belliydi. Fakat kokusu tamamen silinirse o zaman ne yapacaktı? Düşüncelere daldığı sırada, ilaç saatinin geldiğini belirten kurmalı saatin alarmı ötmeye başladı. Yerinden kalkan Halim Bey, alarmı kapattıktan sonra, yatak odasına doğru yürüdü. Akşam güneşinin aydınlattığı odaya girdi. Konsolun üstündeki ilaç kutusunu alıp incelemeye başladı. Gelen ayak seslerini duyunca arkasına bakmadan;
-Yahu Sümbül, sana kaç kere dedim “benim ilaç kutumu kendinin kinin yanına koyma” diye. Bak gene karıştırdım. Gel de göster hangisi benimdi. Bardakla su var burada, gel. Sen de iç ilaçlarını. Çok geçe kalınca çarpıntın tutuyor, gece uyuyamıyorsun.
Koşarak uzaklaşan ayak seslerini duyduktan sonra, neler olduğunu anımsadı ve ilaç kutuları elinden düştü. Buğulanan gözleri hiçbir şey görmüyordu. Son gücüyle Yatağa uzanıp, yanındaki yastığa sarılarak hıçkırmaya başladı.
Bir kayıp arkasından olaylar ancak bu kadar gerçek ve duygu yüklü anlatılabilirdi.. Soluksuz okudum.
Emeğine kalemine yüreğine sağlık