Bir İdam Mahkûmunun Son Günü-Victor Hugo
İşte her şey bitti. Affedilme ümidim, arzularım, hedeflerim, hayatım. Hayatım doğal olmayan sebeplerle bitiyor. Tanrının bahşettiği hayatım, insanoğlunun yarattığı vahşetle son buluyor. Tanrının yarattığını, yine tanrının yarattığı yok ediyor. Tanrı neden aynı şekilde yarattığı insanlardan belli bir kesime daha çok yetki vermiş ki? Ah… Bunu yapacağıma ölmeyi tercih ederim dediğim olaylar, yerler, insanlar. Öyle ağzımızdan kolayca dökülüverdiği gibi olmuyormuş bu duyguyu yaşamak.
Gururumuz. O kahredici gurumuz. Böyle aşağılanmaktansa ölmeyi yeğlerim dediğim o günler. Hayır hayır. Aşağılayın beni. Aşağılayın ama almayın canımı. İnsan yaşarken öleceğini bilir elbet ama hayatta mücadele etmesini sağlayan ne zaman öleceğini bilmemesi değil mi? Büyüyü bozdunuz. Ne zaman öldüreceğinizi söylediniz. İnsan her türlü sefil hayata bile dayanabilirmiş meğer ölümünü bilmektense. Affedin beni. Lütfen affedin. Bağışlanamaz bir şey yapmadım ben. Kendinizi bağışlayabiliyorsanız beni de bağışlayın. İdamı kaldırmak isteyen senatörler neredeler? Neden infazım gerçekleşene kadar beklediler? Neyi bekliyorlar? Acaba biraz daha beklesek yasa çıkar mı? Oh! Ne kadar da safım. Elbette kendi krallıkları yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalınca kaldırırlar bu cezayı. Ondan öncesi sadece laf. Kendi vicdanlarında yargılanıp haklın vicdanında aklanmak tek amaçları. Kendi icatlarını önce kendileri yok eder. Bilirler ki; her devrim, önce kendi çocuğunu yer!
Bir insan; etten, kemikten, ruhtan var olan bir insan. Şu üçgen bıçaklı ölüm makinasını-hem de ipte sallandırmaktan güya daha insancıl olsun diye-nasıl icat edebilir? Bir insanı yarım saniye içinde hayattan koparacak bir makinayı icat etmek nasıl bir akıl ve ruh çelişkisidir?
Arabadan iniyorum. Ah Tanrım işte o tahta kollu, insanı yüzüstü yatırarak ensesine üçgen bıçağın dayandığı ve sonra başının bir top gibi sepete düştüğü o dehşet ölüm makinası. Doğarken en mahrem, karanlık odalarda sadece bedeninden çıktığın kadınla baş başa kalırken, ölürken bir gösteri malzemesi oluveriyorsun. Sahne kurulmuş. İnanamıyorum sahne var burada. 5 adımlık bir merdivenden çıkarıyorlar beni sahneye. Doğumum, sefil hayatım, evliliğim, çocuğum, suçum. Resmen alay ediyorlar. 5 adımlık hayatımın sonuna yine 5 adımda gidiyorum. Elimi kelepçeleyen şu cellat hala arkamdan ittiriyor. Ne acelesi var sanki. Bugün tek işi benim.
Yüzüstü yatmayı hiç sevmem. Karnım ağrır, sabaha kadar midem bulanır. Sabah mı? Kendine gel. Bunun sabahı zaten yok. Ne için endişe ediyorum ki? İnsanın son saniyeye kadar hayata tutunma arzusu ona mantığını kaybettirebiliyormuş demek.
O da ne? Beni izlemeye insanlar çocuklarıyla gelmiş. Bu sahne hiç çocuklara izletilir mi? Hatta bu sahne izlenir mi? Nasıl bir alçaklıktır bu. Buraya şimdi yatırıp, boğazını daire tahtalarla sıkıştırdıkları varlığın kendi cinslerinden olduğunun farkında bile değiller. Aman tanrım! Beni yatırıp boynumu sıkıştırmışlar bile. Karşımdaki insanların bu vahşeti gösteri gibi izlemelerine şaşkınlığımdan kendi bedenime ne yaptıklarını unutmuşum. Bu iyi bir şey belli ki artık kendi vücudumu umursamamaya başladım.
Müzik çalıyor. Panayır mı o? Panayır kurulmuş! Çocukların ellerinde şeker bile var. İtişe kakışa beni izlemeye çalışıyorlar. Sizi sefil, vahşi ve aşağılık yaratıklar. Demek beni izlemeye geldiniz. Hem de keyifle. Asıl ben sizi izliyorum şimdi. Bakalım sıradaki hanginiz olacak? Bir acı yaşanırken, bu acının kendi başına gelmeyeceğini umarak, acıya seyirci kalmak duyarsızlığını ancak sizin gibi cahiller gösterebilir. Sizinle bundan sonra aynı dünyayı paylaşmayacağım için şanslıyım bile. Bırakın şu üçgeni kafamdan aşağı artık. Ensemde soğuk metali hissettiğim an size güzel bir sürpriz yapayım insancıklar. Kafatası gövdeden ayrılırken birkaç saniye de olsa bilinç açık kalıyormuş. Madem gösteriye geldiniz sizi selamlamadan ölmeyeyim. Bu ses ne? Ah paslanmış mı o? Yavaş yavaş mı yaklaşıyor? Ah eğer öyleyse acı çekeceğim demektir. Korkuyorum. Ölesiye korkuyorum. Ölürken ölesiye korkmakta ne demekse? Ölüm anlarımız için hiç kelimemiz yok mu? Bütün ölüm kelimeleri başkasının ölümünü tasvir etmek için mi? Şimdi sizi anlıyorum insancıklar. İyi izleyin. Bakın ne güzel öleceğim.
İdamı Gösteriye Çeviren İnsanlar;
İtişip kakışmalar artmış, şölen saati yaklaşmıştı. Devrim meydanının adı artık idam meydanıydı. İdam meydanında açılan tezgâhlarda hediyeler alınırdı. Bu şöleni izlemeye gidemeyen yakınlarına bugünün anısına hediyelik, minyatür giyotin oyuncakları alınırdı. Kalabalık meydana yaklaştıkça şiirlerin, şarkıların sesleri daha duyulur oldu. Hemen hemen yaptığı her şey yasaklanan halk için bu infaz sahneleri artık bir tür sosyal etkinlikti. Toplu olarak bir araya gelmeleri yasaklanmayan tek yer idam meydanı, tek zaman infaz saatiydi.
Sarı saçlı, siyah saçlı, kumral çocuklar tezgâhlardan aldıkları şekerlemeler ellerinde infazın gerçekleşeceği sahneye doğru koşuşturdular. Birbirlerini iterek en önden izlemeye çalışıyorlardı. Arkalarından bağıran anne babalarını dahi duymadılar.
Bir çocuk arkadaşının elinden sıkıca tutarak onu da koşturmaya başladı. “Hey! Ne yapıyorsun çocuk önce biz geldik” diyen kadına baktı bir an. Bu kadın; süslü giyimli, sarı saçlı, ağır makyajlı, parfümü en az makyajı kadar ağır, elinde tuttuğu fırfırlı şemsiyeyi sallayarak bağıran itici bir kadındı. Şuna baksana sanki idam değil de, opera izlemeye gelmiş diye kikirdedi çocuk. Aldırmadan, arkadaşının da elini bırakmadan kalabalığı yararak vardı sahneye. Oh, şimdi en öndeyiz işte. Arkadaşına dönüp: “Bugünkü adamın başı nasıl koparsa ben de evdeki oyuncağımla o şekilde yapacağım kendi infazımı. Geçen sefer kız kardeşimin bebeğini infaz ettim biliyor musun? Ama başı tam sepete denk gelmedi. Bugün iyice inceleyeceğim nasıl tam hedefe düştüğünü.” Dedi. Büyünce ben de mühendis olup iki kişiyi aynı anda infaz edebilen bir idam makinası yapabilirim diye düşündü.
Yetişkinler çocuklardan daha heyecanlıydı. Ön dişlerinden sadece ikisi üst çenesinde kalabilmiş, o kalanlar da iyiden iyiye çürümüş, her konuştuğunda dili o dişlerdeki boşluktan görünen, kırk yaşlarında ama en az altmışında gösteren, başına her yeri yamalı fötr bir şapka takan adam bağırarak susturdu kalabalığı. “İşte geliyor! Arabanın kapısı açıldı.” Bir yandan bağırıyor, bir yandan parmakları yağdan parlayan, tırnak içleri kirden simsiyah olmuş kuru ve kemikli uzun ellerini heyecanla sallıyordu. Yoksulluktan üzerine giyecek tek bir düzgün kıyafeti olmamasını, ayak parmağının tabanı yırtık ayakkabısından fırlamasını, bu sahneyi izlemekten daha az umursuyor gibiydi. Nitekim acaba bu seferki kaç yaşında? Kafası nasıl düşecek? Benim olduğum yerden de tam görünmez ki şimdi. Neyse ki kafa düştükten sonra tutup hepimize gösteriyorlar. En güzel tarafı da bu. Diye düşündü.
Soylular için loca bile vardı. Yoksullar meydanda, soylular locada aynı sahneyi heyecan ve merakla bekledi. Sonunda idam mahkûmu ölüm makinesine bağlandı. Halk, celladın her hamlesine tezahürat ettikçe, cellat da işini ne kadar iyi yaptığını göstermek istercesine hareketlerini ağırdan alıyor, bir yandan kurbanın alnında birikmiş terin aktığı yere birazdan kellesinin de düşeceğini hayal ederek iyiden iyiye zanaatının keyfini çıkarıyordu. Kurbanı bağlayıp seyircilerine selam veren bir artist edasıyla son reveransını yaptıktan sonra ipi aşağı çekti. İpten kurtulan metalin çıkardığı kuşkanadının çırpınışına benzer ses, o sessizlikte gösteriyi izleyen herkes tarafından işitildi. Tam 1 saniye sonra sepetin içine düşen kafatasını kaldırıp halka gösterdi diğer görevli.
Kafatasında tuhaf, gülümsemeye benzer bir ifade vardı. Görevli kafatasını tuttu, gülümseme ifadesini silmek istercesine bir iki tokat atıp tekrar halka arz etti. Neden böyle yaptığını o da bilmiyordu. Fakat locanın önünde halka gülen bir kelle göstermek pek de iyi olmaz gibi bir içgüdüyle yapmıştı bunu besbelli. Bu sahneler korkunun egemen olması için vardı. Ölüme gülerek giden bir kelle halka cesaret verebilirdi. Kendini kutladı. Her şey olması gerektiği gibi başladı ve bitti. Sistemi yaratanlar, onu duyarsızca izleyenler ve bir kurban.
Seher hanım çok güzel yorumlamışsınız kalemize sağlık 🙂