Balkon

Kil kızılı gökyüzünün denize düşen kıvılcımlarını seyre koyuldum. Durgun deniz koca bir kan gölünü andırıyordu. Sabaha yeni kavuşan şehrin karşı kıyısındaki titrek ışıklar kan denizini aydınlatıyor, şehrin miskin yüzünü ışıldatıyordu.
Yanı başımdaki sigara paketine uzandım. Bir sigara yakmadan evvel mırıldanır gibi söylemeye başladım kaç gündür diline dolaşan o türküyü:

“Seher yeli bizim ele gidersen,
Nazlı yâre küstüğümü söyleme…
Ne hallere düştüğümü sorarsa,
Bağrıma taş bastığımı söyleme…”

Ufka diktiğim gözlerim bilinmezlikler âlemini seyre koyulmuştu şimdi. Dudaklarıma iliştirdiğim sigaradan ciğerlerime dolan isli acılığı dahi fark etmiyordum. Soluklanmıyor, sanki içimde debelenen nefesleri peşi sıra gökyüzüne bırakıyordum. Hırıltılı sesime karışıp dudaklarımdan dökülen o tek ismin mevcudiyetine vermiştim sadece kendimi:

“Allah!.. Allah!..”

Her yeni nefeste zikrediyordum. Nefsin esaretinden kurtulmak için hürriyetlerin efendisine yalvarıyordum. Seslendiğim Yaratan’ın gölgesinden sıyrılıp tan kızıllığında Yaratan’ın nuruna kavuşmanın şükrünü de duyuyordum zikrimle birlikte. Yaratan’ın dinlenilsin diye bahşettiği geceleri uykusuz geçirmenin, uykusuzluğa esir olmanın hüsranıyla kavruluyor, O’nun sözüne riayet edememenin hicabıyla acı çekiyor ve sanki özür diliyordum.
Sigaramın son demiyle izmaritimi boşluğun avuçlarına bıraktım. Balkon korkuluklarından kendimi sarkıttığımda ağır ağır düşen izmaritin tütsülü dalgalanışlarına odaklandım. Sığındığım her şeyi birer birer bıraktığımı anlamak için düşen sigaranın küçük ateşine şehadet getirmem gerekmiyordu belki. Ama bir parça tütünde geçmişimin hatalarını kıyaslıyordum şimdi. Vuslata erişemeyen ayrılıkları mukayese ediyordum birbirleriyle. Her defasında zihnimde açılıp duran kapılar bir bir yüzüme kapanıyor, boşlukta yitip giden sigara izmariti gibi kendimi sonsuzlukta kaybolmuş gibi hissediyordum. Geçmişimi anımsadıkça, geçmişimde kayboluyordum.
Sigara kof bir cızırtıyla kapandı beton zemine. Küçük ateşi dağıldı, kıvılcımlarını saldı. Yüreğim gibi dağılmıştı sigaranın korundaki kıvılcımlar. Bir sigarada ömrümü karanlığa teslim etmiş, ateşlenen yüreğimi beton misali geçmişime çalmıştım.
Açtım kollarımı.

Korkulukların ardındaki kurşuni gökyüzünün şehri nasıl sarmaladığına baktım. Işıkların birer birer yanıp sönüşlerini izledim. Minibüs klaksonlarının acı çığlıklarının, nerden geldiğini bilmediğim Nina Simone sesiyle karışmasını dinledim.
Uzandım, yeni bir sigara daha yaktım. İsli acılığın ciğerlerimi gezmesini bekledim. Külhani hallerimi kıran ve çocuksu bir mahcubiyetin ardında hapsolmama sebep olan bir ağırlık çöküyordu yavaş yavaş üzerime. Her nefeste efkârlı bir muhabbetin sinemden girip sonsuzluğa karıştığını duyumsuyorum şimdi.
Denizin tütsülü cilvesinin uzandığı son noktadaki Karşıyaka’yı seyre koyuldum. Sigaramın yorgun korunun ucunda yanan Karşıyaka, gecenin lacivert siluetinde dem vuruyordu. Durgun gibiydi; yorgun, hasta, biçare… Şehrin ağır yükünü sırtlanmış nazlı bir gelinin acılı anaçlığını kuşanmıştı sanki. Güleç simasına düşen kahırlı ve gölgeli hareler bir bir Kordon’u işgal ediyordu.
Karşıyaka’yı Küçükyalı’dan seyretmenin bu kadar efkârlı olacağı nerden aklıma gelirdi ki. İşte tam da bu yüzden Karşıyaka’yı Küçükyalı’dan seyretmek, sigaramın ucunda koca bir şehri yakmak gibiymiş.
Şimdi şehri saran o büyük yangının son nefesinde ciğerlerimden şehrin pisliğini döküyorum sonsuz lacivertliğin efsunlu saatlerine. Kim bilir demlenişimiz kaç gecenin son faslında nihayet bulur, kim bilir hüsran dolu gözlerimiz kaç uykusuz gecenin ardından sonsuz uykuya gark olur.

Sokak lambalarının ölgün ışığının vurduğu dar sokak aralarını seyre koyuldum. Bir balkondan küçük bir sigara korunun ışığı görünüyordu. Hemen karşımdaki apartmanda sarı saçlarını yüzüne düşürmüş bir kadının hızlı hızlı çektiği sigarasının küçük ışığında yüzünün aydınlanıp kararmasını izledim. Beyaz teni sokak lambasının billur renginde limon kabuğu renginde görünüyordu. Balkonlarımız arasında dört insan boyunda mesafe olmasına rağmen göbeğini açıkta bıraktığı siyah bir bluz ve kısa, kırmızı bir şort giyinmiş olduğunu ayırt edebiliyordum. Orta boylu bir kadındı. Hüzünlü bakışlarını sokağın karanlığında umursamadan gezdiriyordu.
Korkuluklara yaslanmıştı şimdi. Balkonunun altındaki alaca renkli kedinin çöp kutusunu karıştırışını seyre dalmıştı. Düşünceli hallerine bakılırsa o da tıpkı benim gibi efkârını sigarasından çıkarıyor ve sokaktan çok zihnindeki koridorları kolaçan ediyordu.
En fazla otuzlarında olmalıydı. Dalgalı saçlarını gözlerine düşürdükçe sağ eliyle savuruyor, sigarasından her yeni nefes aldıkça bir avuç kül yemişçesine yüzünü buruşturup dumanı hiddetle gökyüzüne savuruyordu. Başı ağrıyor olmalıydı; kısa parmakları ile sürekli şakaklarını ovuşturuyordu. Belki çok içmiş, belki çok ağlamış, belki de çok yorgundu. Ya da uykusuzdu, kim bilir. Bir kadının sıradan hareketleri içinde hayatın her anını “acaba”lar ile sorulandırabiliyordum şimdi.
Sigarasını korkuluklardan aşağı bırakıp arkasına döndü. Hiç gitmek istemiyormuşçasına sırtına eğreti olarak geçirdiği hırkasını çekiştirerek içeri girdi ve balkon kapısını kapadı. O gidince çöpü karıştıran kedi de sırf onun için oyalanıyormuş gibi, görevini tamamlamış gibi sokaktan aşağı doğru ağır adımlarla seyirtti. Sokak lambası şimdi kısık yanıyordu sanki. Ya da ben daha kör bakıyordum geceye.
Nasip…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir