93 Yazı
Çocuklukta geçirilen yazlar güzeldir, deniz kenarında toplanan çakıl taşları, ağaçlardan koparılıp ceplere doldurulan taze meyveler, zinciri atan bisikletler, kabuk tutmuş yaralar, boş arsalarda oynanan oyunlar…
Tabii ki her insanın çocukluğu neşeli bir müzikal havasında geçmiyor. Aynı denizin bir kıyısında kumdan kaleler yapan çocuklar varken, hemen karşı kıyısında savaştan kaçmak için botlara bindirilen çocuklar da var. Ama her çocuk en kötü anlarda bile elindeki basit bir objeyle bambaşka hayaller içine girip içinde bulunduğu durumdan uzaklaşarak kendi gerçekliğini oluşturabiliyor. Vebu anları da yetişkin bir birey olduğunda özlemle anabiliyor. İşte çocukluğun güzelliği de bir bakıma bu hayalgücü ve bu hayalgücüne temel oluşturan masumiyetten kaynaklanıyor.
İspanyol yönetmen Carla Simón’un ilk filmi olan 93 Yazı’ da trajik bir çocukluk hikayesini konu alan bir yapım. 6 yaşındaki Frida, anne ve babasını bir hastalıktan dolayı kaybettikten sonra dayısı ve yengesi tarafından koruma altına alınır ve onlarla beraber yaşamaya başlar. Fakat şehirde büyümüş, istediği çoğu şeye sahip olmuş Frida’nın taşradaki yeni ailesinin hayatına alışması kolay olmayacaktır. Bir yandan annesinin kaybını kabullenmeye çalışırken, diğer yandan da yeni ailesinde kendine bir yer edinmek içinçaba gösterecektir.Simón’un kendi anılarından yola çıkarak oluşturduğu bu dokunaklı hikaye sade anlatımıyla ön plana çıkarken, özellikle başroldeki küçük aktris Laia Artigas’ın performansı anlatımın gerçekçiliğini zirveye taşıyor. Yönetmen, mekan seçimleri ve tercih ettiği çekim planları ile bu kişisel hikayeyi seyirciye benimsetmeyi başarıyor. Bu başarı da, Berlin Film Festivali’nde En İyi İlk Film Ödülü, İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü ve Buenos Aires Film Festivali’nde de En İyi Yönetmen Ödülü ile onurlandırılmış.
Carla Simón’un otobiyografik denilebilecek kişisel bir hikaye ilefarklı kültürlerden farklı insanları etkilemesi ve birçok festivalden ödülle dönmesinin temelinde, yazının en başında belirttiğim çocukluk olgusuna bakış açısı yatıyor. Öyle ki bu akış açısını, Milliyet Gazetesi’nden sinema yazarı Nil Kural ile gerçekleştirdiği söyleşide oldukça net bir şekilde ifade ediyor:
“Çocukluk bir insanın hayatının en önemli dönemi. Dünyayı keşfettiğimiz ve basit kurallarını öğrendiğimiz dönem. Aynı zamanda da kendimize bakamadığımız, yetişkinlere bizi koruyup eğitmeleri için ihtiyaç duyduğumuz bir dönem. Çocuklukta ebeveynlerimiz bize kendi değer yargılarını geçiriyor ama bizimle sonsuza kadar birlikte olamayacakları da açık. Dolayısıyla bu dönemde trajik bir gelişme olursa, yarayı sarmak zorundayız, yoksa çok uzun süre bu yarayla yaşarız. Dünyayı bir çocuğun gözünden anlatmayı sevdim çünkü bana en basit duygulara dönme zorunluluğu getirdi. Çocukların psikolojileri karmaşık gözükebilir ama davranışlarının kökenine indiğinizde her zaman çok temel, çok ilkel ve çok saf, dürüst bir şey buluyorsunuz. Çocukluğun henüz şekil verilmemiş bir hamur olduğunu düşünüyorum.”